Her ne kadar kontrol altına almak için yapılan müdahaleler dolayısıyla istikâmetinden şaşmış gibi görünse de, Arab Baharı, sonuçları bakımından meydana getirdiği etkiyle; Müslüman olanlar açısından asıl için bir tatbikat ve bugün yönetici konumunda olanlar için ikaz vesilesidir!
    Arab Baharı’nın kurulu düzeni alt üst ettiği Suriye’de, emperyalist güçlerin menfaati istikâmetinde bir barış tesis etmek adına III. kez sahnelenmesi planlanan Cenevre Tiyatrosu’ndan netice çıkmayacağını geçtiğimiz hafta açık bir dille ifâde etmiştik. Görüldüğü gibi sonuç elde etmek bir yana, toplanmayı bile beceremediler. Daha dün diyebileceğimiz bir vakitte Afganistan, Irak, Somali, Libya ve Mısır’da, hâli hazırda kurulu olan düzenleri tahrip etmek bahasına aç köpek gibi saldıran emperyalistler, kendi aralarında doğan ihtilaf dolayısıyla, Suriye özelinde bir kenara çekilip uzaktan müdahil olmayı seçtiler. Gerek sahada hâkim olan IŞİD tehdidi, gerekse irili ufaklı bir çok devletin hadiseye taraf olması dolayısıyla, düne kadar kendilerini "Süper Güç", "dünyanın hâkimi", "Bizans'ın mirasçısı", "yeni dünya düzeninin mudîsi" diye lanse edenler, kaybedeceği bir şeyi olmamasının verdiği emniyet hissi içinde oyuna müdahil olmaya çabalıyor.
İbda Mimarı Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun son yıllarda defaatle ifâde ettiği üzere, bütün sahteliklerin; milletlerin, devletlerin, ideolojilerin ve daha nice sahte insanî faaliyet şubeleri ve müesseselerin bir bir ayıklanışına ve rezil rüsva oluşlarına şahitlik ettiğimiz bir zamanı idrak ediyoruz. Temel dayanağı İnsan Hakları Beyannamesi olan Birleşmiş Milletler ve tüm alt kuruluşları, ABD-Rusya’nın açıktan ittifakı dolayısıyla NATO gibi milletlerarası kuruluşlar ile Sykes-Picot, Lozan ve Camp David anlaşmaları, Arab Baharı vesilesiyle, artık açık bir şekilde gayr-ı meşru müesseseler ve ömrünü tamamlamış anlaşmalardır. Dünya kamu düzeni ve hukuku toptan bir şekilde iflâs etmiş ve tasfiye sürecine girmiş bulunmaktadır.
***
Yarım hekim candan, yarım hoca dinden, yarım aydın ise hakikatten eder. Bugün dünya çapında popüler olan tartışmalara bakılacak olursa, dünyanın daha ancak 1990’lı yılları idrak ettiğini, 90’ların meselelerini konuştuğunu açıkça görebiliriz. Türkiye özelinde misallendirecek olursak; Kemalizm, rejimin temel dinamikleri, Başkanlık Sistemi, Kürt Meselesi, PKK ve Cemaat gibi bugün konuşulmakta, tartışılmakta olan daha birçok mesele 90’lı yılların meselesidir ve esasında birçoğu bugün konuşmaya bile değmez meselelerdendir. Bizim yarı aydın tipi “zamanın ruhu”ndan bihaber olduğu, fethedilmiş sahalarda “fatihçilik” oynamaya ram, ufku dar ve kısır olduğu için milletimizin zaman idrakini de kendi idrak seviyesine irca etmektedir. Milletin zaman idraki bir yana, maalesef devletin zaman idraki de bu yarı aydın tipine irca edilmekte ve dolayısıyla içinde bulunduğumuz vaktin gereklerinden bihaber vaziyette, bugünden yarın kovalanacağı yerde hâlen dünün peşinde savrulmaktayız.
Zamanın meselelerini günü gününe takib etmek isteyenler, kendileri dünde kaldıkları için onun geleceğe hitab ettiğini sandıkları, gerçek zamanın sahibi ve şahidi İbda Mimarı Kumandan Mirzabeyoğlu’na bir de bu gözle baksınlar. Şimdiki zamanın asıl meselesini, manşetini de bu vesileyle verelim; tüm beşerî, içtimâî ve milletlerarası müesseseleri iflâs etmiş dünyaya, yeniden nizam verecek olan “Yeni Dünya Düzeni”... Bugünün, içinde bulunduğumuz vaktin gerçek meselesi budur ve siz ne zaman yetişirsiniz, yine siz bilirsiniz.
***
Gelelim Türkiye’ye... Arab Baharı’nın hemen akabinde Türkiye’nin son derece müsbet imajı malûm. Kimi bu vaziyeti Büyük Orta Doğu Projesi’nde Türkiye’ye biçilen role, kimi tarihe, kimiyse bölgede yaşayanların içinde bulundukları psikolojik çıkmaza bağlamaktaydı.
Televizyonlarda, geviş getiren sığırlar gibi bugün hâlen ağzında BOP çiğneyenler malûm. Angaje oldukları kliklerin sanki devlet sırrı(!)ymış gibi kendilerine üfledikleri bu vaziyetin, bundan seneler evvel aynı kliğin unsurları arasında başrolde olan dönemin rütbeli askerlerinden Şener Eruygur ve Hasan Atilla Uğur arasında geçen kayıtlı bir görüşmede, dönemin ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’un Türkiye’yi ziyaretiyle beraber (Ergenekon iddianamesinde ilgili görüşme ve daha ne enteresan şeyler var) artık sona erdiği, ABD’nin BOP’u bıraktığı ve Türkiye için bunun yerine lâik devletin devamlılığını esas aldığından da haberi yok. Dolayısıyla Türkiye’nin o dönem şekillenen müsbet imajı ile bu vaziyetin bir alâkası yok. Öyleyse bunu geçelim.
Tarih perspektifinden bakacak olursak, bilhassa cennet mekân Abdülhamid Han’ın Birinci Dünya Harbi evvelinde Müslümanları bir sancak altında toplamak adına izlediği siyasetin etkileri hâlen son derece açık bir şekilde sürmekte.
Fikir planından ele alacak olursak da, biraz evvel de dediğimiz üzere zamanın ruhu, yeni dünya düzeni diyor. Arab Baharı’nı yaşayanlar neyi istemedikleri hususunda hem fikir oldukları hâlde, neyi istedikleri hususunda bir fikir sahibi değiller. Batı her ne kadar hâkim pozlarda ortalıkta geziyorsa da, elinde hakikaten yeni olan bir düzene dair en ufak bir fikre sahib değil. 2000’li yıllar için planlanmış olan taslağın da İkiz Kulelerin enkazı altında kaldığını düşünecek olursak, psikolojik bakımdan her iki tarafın da büyük bir açmaz içinde olduğunu görmek mümkün.
Buraya kadar Türkiye, üzerine düşen rolün seslendirme provalarını son derece başarılı bir şekilde ifa etti; fakat artık provadan çıkıp rolü oynamanın zamanı geldi çattı. “Ayinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz.”
Suriye’de başlayan halk ayaklanmasından sonra Türkiye’nin izlediği tüm hatalı politikaları ve bu yüzden Türkiye’nin imajında meydana gelen hasarları tek kalemde telâfi etmenin ve rolünde devleşerek “yeni dünya düzeni”nde başrolde kimin olduğunu dosta düşmana göstermenin tam da arifesindeyiz. Bir süredir ABD, Rusya ve Avrupa’nın, Türkiye’yi sindirmek ve bezdirmek üzere Suriye’de sergilemiş oldukları performansı başlarına geçirip, “artık yeter!” demenin tam da vaktidir. Karşı tarafta bulunan devletler eskisi gibi bir kudrete mâlik değilseler de, propaganda işindeki maharetleri dolayısıyla bu üstünlüklerini psikolojik planda yaşatmaktadırlar. Bugün, Türkiye’nin tereddüdü de bu psikolojik iklimden kaynaklanmakla beraber aslında koftur ve bu şuurun kuşanılması şarttır. Ne Rusya’nın ne de Amerika’nın, Türkiye’nin atacağı tereddütsüz ve kararlı adımlar karşısında alabileceği bir pozisyon yoktur.
Türkiye, dünya kamu düzeni ve hukukunun topyekûn iflâs ettiğini tam mânâsıyla idrak etmeli ve milletlerarası platformlarda bir yandan bu müesseseleri daha sistemli bir şekilde itibarsızlaştırırken, Suriye’nin kuzeyine girmek suretiyle kurulan tüm sahte dengeleri altüst ederek, oyuna hakiki bir şekilde dâhil olmak zorundadır. “Rusya ile savaşa mı gireceğiz?” diye gece gündüz sayıklayan fikir fahişesi bunaklara aldanmadan, gerekirse Suriye’deki Rus kuvvetleriyle çatışmayı da göze alıp, emsâli görülmemiş bir süratle Suriye’de pozisyon almak ve ardından da barış(!) masasının başına oturup, diğer tarafları buyur edip beklemekten başka Türkiye’nin çıkar bir yolu da yoktur.
“Ölümden ecele sığınırım” ölçüsü, yalnız fertler için değil, cemiyetler ve devletler için de son derece hakikatli bir düsturdur.
***
500 senelik tökezleme, gerileme ve yıkılma devrinin sonuna gelmiş bulunmaktayız. Bundan sonrasında ya yeniden ilk günkü aşk ve vecd ile İslâm’a sarılıp tıpkı bir zümrüd-ü anka gibi kendi küllerimizden dirilmesini bilecek ve Anadolu’dan başlayarak İslâm Âlemi ve geri kalan dünyaya çeki düzen vereceğiz, yahut yok olup gideceğiz. Bu iki deniz arasında bir berzah yok!
Bugüne kadar söz planında son derece başarılı bir şekilde izlenen siyaseti, sağına soluna bakmadan “ben varım!” diye billurlaştırarak aksiyon planına dökmenin tam zamanıdır. Kimsenin böylesi bir vazifeyi bekletme yahut geciktirme lüksü de yoktur!