Son dönemde Türkiye üzerine oynanan oyunların yoğunluğunun artmasının sebebi nedir?
2023 yılı hakkında oldukça çok konuşuluyor; gerek siyasî anlamda, gerekse de Lozan Antlaşması’nın 100. Yılı münasebetiyle… Ben bir tarihçi olarak İngiltere’ye gittiğimde yaptığım ilk iş Lozan Antlaşması hakkında İngilizce bir kaynak bulmaya çalışmak oldu. British Library’de çok derin olmasa da bir araştırma yaptım ve sonuçta bir Lozan Antlaşması metni bulabildim. Ancak bu metin Türkiye’de bizim bildiğimiz Lozan maddelerinden ve açıklamalarından farklı değildi. Ben açıkçası Lozan Antlaşması’nda bizim bilmediğimiz maddelerin olduğunu düşünüyordum; ancak böyle bir şey olmadığını gördüm. Beni bu düşünceye iten birkaç sebep var. Bunlardan birisi Ali Ulvi Kurucu’nun hatıralarında geçen bir kıssadır. Ali Ulvi Kurucu Bey Arabistan’da bulunduğu sırada otele girerken karşısına çıkan bir kişi “Nereden geldin?” sorusunu yöneltmiş, hoca da “Türkiye’den geldim.” cevabını vermiş. Bunun üzerine adam “Türkiye’den ne kadar hacı geldi?” diye sormuş, hoca da sayıyı söylemiş ve adam sevincinden neredeyse secde edecek duruma gelmiş. Hoca adama “Yahu ne oldu da bu kadar sevindin?” diye sorunca adam, “Ben Endonezya’nın eski bakanlarından birisiydim, aynı zamanda gençliğimde Lozan Antlaşması’nın kâtipliğini de yaptım. Antlaşma masasında Türkiye’nin dinî yönetim şeklinin ya Bolşevik bir yönetim olacağı ya da katı bir laik yönetim olacağı konuşulmuştu. O zamandan sonra Türkiye’den sağlıklı bir haber de alamadım ve o yüzden sana bu soruları sorma gereği hissettim, gelen hacı sayısını duyunca sevindim” demiş. Ben de bu kıssadan etkilendim denebilir; ama Lozan’ı incelediğimde böyle bir maddenin olmadığını, hatta bunu çağrıştıran bir maddenin dahi olmadığını gördüm.  Beni bu araştırmaya iten başka bir etken ise eski Van Mebusu İbrahim Arvas’ın bir kitabında Mahmut Esad Bozkurt hakkında söylediği şu sözlerdir: “Medeni Kanun’un Mecliste görüşülmesi zamanında Mahmut Esad Bozkurt şu cümleleri kullanmıştır: ‘Medeni Kanunu değiştireceğiz, Lozan’da İsmet Paşa buna söz verdi.” Ancak bakıyoruz ki medeni kanunun değişikliğiyle ilgili bir madde Lozan’da yine yok. Bir başka etken ise şudur; genellikle okul kitaplarında geçen ve Osmanlı’nın imzalamış olduğu anlaşmalarda bir kapalı madde, bir de açık maddelerden söz edilir. Örneğin “Yaş Anlaşması’nda 16 açık, 2 kapalı toplamda 18 madde vardır” diye bir ibare geçer. Ancak biz Lozan’da böyle kapalı bir madde bilmiyoruz. Adı üstünde kapalı-gizli, zaten açıklanmaz ama Lozan’da gizli madde var ise bunun süresi dolduğu vakit tıpkı Osmanlı’nın yapmış olduğu anlaşmalardaki gibi öğreneceğiz. Benim kafamı kurcalayan bir etken de kapalı-gizli madde konusudur. Az evvel Ali Ulvi Kurucu’dan ve İbrahim Arvas’tan vermiş olduğum kıssalar ise bende Lozan Antlaşması’nda gizli maddeler olduğu kanısını güçlendiriyor ve kafamı oldukça meşgul ediyor bu gizli madde meselesi. Bugün bizim üzerimize bu kadar gelinmesinin bir sebebinin de Lozan olduğu kanaatini taşımaktayım. Çünkü 2023’de dünya gücü olacağımızdan bahsediyoruz, bunun önü de belki Lozan’daki gizli maddelerle alınıyordu ama 1923’den 100 sene sonrası için bu maddeler geçerli olmayacağından dünyada etkin bir güç olmamızın çok da hayal ürünü olmadığına, bilakis gerçekleşebileceğine inanmaktayım ben. O nedenle üzerimize bu kadar yüklenip 2023 gelmeden bize başka bir anlaşma mı imzalatmak isteniyor, işte bu beni çalışmalarımda temkinli olmaya iten bir sorudur.
Türkiye’nin bahsini ettiğiniz yolda ilerlerken karşılaşacağı en büyük problemlerden birisi sanıyoruz ki lider problemidir. İslâmcı kimliğiyle ön plana çıkması ve belki de çok sayıda uluslararası saldırıya maruz kalması sebebiyle halk, Erdoğan’ı lider olarak kabullenmiş durumda… Sizce Erdoğan’ın halk tarafından bu denli sahiplenilmesinin sebebi bizim söylediklerimiz mi?
Türkiye’de bir lider var ve bu kişi başbakanlık yapmış, şu anda da Türkiye’nin cumhurbaşkanı. Ben bu liderin yapması gerekli şeylerden bahsedeceğim. Ondan önce neden bu lideri seçtiğimi söylersem; geçenlerde İmam Şafii’nin “dost”u tanımlamasını okumuştum. Ne diyor İmam Şafii Hazretleri: “Dostu bilmek istiyorsan düşmanın oklarını takip et.” Bu sözü benim adıma öğrencilerimin açtığı sosyal medya hesaplarından paylaştık. Birileri de “Ben Erdoğan’ın attığı oka bakarım” yazmış. Yani Erdoğan düşman diyor; hadi biz de öyle kabul edelim. Haaretz, Jerusalem Post İsrail gazeteleri, Der Spiegel, Bild Alman yayın organları, The Economist, The Times, The Guardian İngiliz yayın organları, The New York Times, The Washington Post Amerikan yayın organları… Ve bu yayın organlarında neredeyse son birkaç yıldır birçok kez Erdoğan’a hakarete varacak derecede saldırıldığına şahit olmaktayız; demek ki Erdoğan’ı düşman gören kişilerin dostu bunlar oluyor ki bunlar sadece basın kuruluşları… Mesela Almanya bir koalisyon ile yönetiliyor ve de bu koalisyonun dışişleri bakanı Frank-Walter Steinmeier. Bu adamın kendi partisi var aynı zamanda. Peki, siz hiç Türkiye’deki köşe yazarlarının “Angela Merkel’e değil, Steinmeier’e oy verin, onun partisi %10’u geçmeli” dediğine şahit oldunuz mu? İngiltere, Fransa ya da Avusturya’da şu partiye oy verin bu parti düşsün iktidardan tarzında bir yazıya rastladınız mı? Ancak bizde bir partinin barajı aşmasıyla öteki parti düşecekse yabancı basında bunun hakkında mütemadiyen yazılara, yorumlara rastladık ve rastlamaya devam edeceğiz. Bakın Türkiye’nin bir partisinin heyetini Avusturya Cumhurbaşkanı karşılarken, cumhurbaşkanlığı seçimleri sürecinde Avusturya’ya gelecek olan Türkiye Başbakanı’na Avusturya Dışişleri Bakanı “Sen gelme” diyor. Siyaset yapmıyorum, durum analizi yapıyorum burada. Zaten aklıselim bir insan da Türkiye’ye neden bu kadar yüklenildiğini, Tayyib Bey’e neden bu kadar cephe alındığını bir düşünmelidir. Açıkçası ben, Mısır’da Sisi’ye imzalattıkları gibi Türkiye’ye de bir 100 yıllık anlaşma imzalatmak derdinde olduklarını düşünüyorum.
Türkiye içerisindeki köşe yazarlarının Batı’daki herhangi bir ülkenin seçimlerine karışmadığını söylediniz. Velev ki karıştılar; Obama yerine Clinton’ı, Soros’u desteklediler vesaire... Ama bunlardan herhangi biri gelse dahi o ülkenin milli politikası değişmeyecek ki. Bizim ise en büyük eksikliğimiz bu: Milli politika! Sizce bizim müşterek paydamız ne olmalı, milli politikamız ne olmalı?
Ortak paydamız kesinlikle İslâm kültürü olacaktır. Bunu bin yıldır İslâm ile yoğurulduğumuz için söylüyorum. Osmanlı’da da Müslüman olup namaz kılmayan veya içki içenler vardı ne yazık ki; ama İslâm’a düşman yoktu. Bugün bizde de İslâm’a düşman kesim küçüldü, azaldı. Türkiye siyasî parti tarihine bakıldığında ilk parti 1889 senesinde Abdülhamid Han’a zorla kurduruldu. Bu parti ülkeyi kaosa sürükledi ve eylemleriyle de gayrı Müslim tebaayı kışkırttı. Ancak Müslüman tebaaya dokunamıyorlardı, çünkü Müslümanlar tek bir parçaydı. Bu engeli aşmak için çok partili hayata geçildi ve böylece Müslümanlar da birden çok parçaya bölünerek arada fitne doğdu ve ülke parçalanıp yok oldu. Demokrasinin yapı taşlarından biri olan partiler bizde Batı’daki gibi tesir bırakmadı. Eğer bu partiler ideolojik olmaktan çok program partileri olsa idi durum bu kadar kötüye gitmezdi, insanlar kamplaşmazdı.
Mısır darbesinden ile amaçlanan bahsettiğiniz türde bir anlaşma imzalatmak mıydı?
Sisi ile yapılan anlaşma ise şudur: İlk Süveyş Kanalı 1869 senesinde Osmanlı tarafından açılıyor. O zamana kadar ticaret Ümit Burnu denilen ve Afrika’nın altında yer alan bir güzergâhtan gerçekleşiyordu. Ondan önce ise yine Kızıldeniz üzerinden gerçekleşiyordu ancak Ümit Burnu keşfedilince ticaret de buraya kaydı ve Osmanlı büyük ekonomik zararlara uğramaya başladı. Fakat 1869’da açılan Süveyş Kanalı ile ticaretin %97’si tekrar Kızıldeniz’e döndü. Çünkü Kızıldeniz, Uzakdoğu’ya açılmada daha kestirme bir yoldur. Bugün ise Mursi iktidarda olsaydı 2. Süveyş Kanalı açılacaktı ve bunu Türkiye ile yapacaklardı. Ama ne oldu; Mursi alelacele iktidardan indirilip yerine Sisi’yi getirdiler. Sisi ise 2. Süveyş Kanalı projesini başlattığını ilan etti ve edinilen bilgilere göre 5 yılda tamamlanabilecek kanalı 3 yılda yapma peşindeymiş, çünkü görev süresi 4 yıl ve ola ki Mısır halkı tekrar başka bir Mursi’yi başa geçirir diye acele ediyor. Bunu da Batılı efendileri tembihliyor çünkü Sisi’nin yerine başka bir Mursi geçerse anlaşmaları onunla yapmak zorunda kalacaklar ve bu da işlerine gelmiyor tabiî. Mısır halkı ise bu kanaldan faydalanamayacak, hadi diyelim cüzi bir miktarda yararlanacaklar. İşte bu vaziyet de aynı bize imzalatılmaya çalışılan anlaşmanın hangi angajmanlarda olabileceğine bir örnek sadece.
Peki, Mısır’da yapılan darbede, Türkiye ve Mısır arasında kurulmaya başlanan yeni iktisadî, siyasî cephenin ve her iki ülkedeki sosyolojik dönüşümün Batı’da oluşturduğu korkunun bir etkisi yok muydu?
Tabii ki böyledir. Aslında başından beridir Arap Baharı diye bir şey yoktu. Bu diktatörler zaten devrileceklerdi ancak ABD öncülüğündeki Batılı güçler olaya el atarak değişimin kontrolleri altında olmalarını sağladılar. Yemen’de Ali Abdullah Salih’in yardımcısıdır yerine gelen Mansur Hadi veya Tunus’ta Zeynel Abidin’in yerine gelen Sebsi yine onun kabinesinden bir adamdı. Madem aynı tıynetli insanları getireceksin neden ayaklanma yaptın ki? Bu da bize bu ayaklanmaların halkın inisiyatifinden çıktığını göstermektedir. Mursi’nin iktidara gelmesi ise hiç beklenmeyen bir olaydı, bunu da bu minvalde değerlendirebiliriz. Mısır’daki seçimlerde Mübarek’e yakın birisini başa geçiririz böylece halkın Mübarek’e olan tepkisini söndürürüz diye düşündüler; tabi bu tutmadı. Seçimlerde Mursi’nin en güçlü rakibi kim? Ahmed Şefik. Bu adam Mübarek’in başbakanlığını yapıyordu ve seçimde %48 aldı. Orana dikkat, Mursi seçimi kıl payı kazanabildi. O nedenle de belli bir süre geçtikten ve ayaklanmalar durulduktan sonra Mursi’ye darbe yapıldı. Bizdeki aydınlar ise “Arap gençleri sosyal medyadan örgütlendi, haklarını aramak için sokaklara indi” zokasını yuttular ve hala Arap Baharı demeye devam ediyorlar. Gerçi şimdi “Arap Hazanı” demeye başladılar ama olayların üzerinden 3-4 sene geçmiş... Şu anda sözde aydınlarımızın yuttuğu bir zoka da bizim IŞİD’i desteklediğimiz yalanı. Suriye sınırı kapatılsın diyorlar; yahu siz şaka mısınız? 900 Kilometrelik alanı, kapatmasına rağmen, kapatmamakla suçlanıyor Türkiye. Hâlbuki IŞİD bugün sosyal medyayı en iyi şekilde kullanan örgüt, peki, onlar neden sosyal medyayı kapatmıyorlar; hâlbuki tek “tık”lık işi var bunun.
Tüm bunların Türkiye ile alâkası nedir?
Tüm bunların cumhurbaşkanımız veya başbakanımızla ne ilgisi var, ona dönecek olursak; liderler kolay yetişmiyor ve Türkiye Cumhuriyeti tarihinde milletin adamları diye tanımlanan kişilere bakın. Bunlardan birisi de Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyib Erdoğan’dır. Elbette ki ben Tayyib Bey’i çok sevdiğimden dolayı değil, onun gerçek bir lider olmasından dolayı üzerinde duracağım. Zaten milletlerin tarihlerine baktığımızda da pek fazla lider gelmemiştir. Mesela bir Cengiz, bir Timur, Napolyon, Büyük İskender, Fatih Sultan Mehmed’in yanına ekleyebileceğimiz pek de lider yoktur. Elbette ki bunların bazılarının zalimlikleri, yanlışlıkları tartışılır; ama ben bunları lider olarak değerlendiriyorum ve tarihte de başarılı oldukları görülüyor zaten. Mesela Fatih döneminde Osmanlı mükemmel bir ivme ile büyümüştü, ama o ölüp yerine II. Bayezid gelince Osmanlı o ivmeyi kullanamamış ve adeta 31 yıl kaybetmiştir, sonra Yavuz Sultan Selim geliyor ve Osmanlı Devleti’ni tarihinin en zengin dönemine sokuyor ve bunu 8 senede başarıyor. İşte bu misalden de dominant karakterli liderin ne kadar önemli bir şey olduğunu anlamaktayız. Bu örneklerden sonra Sokullu’dan bahsedecek olursak; Sokullu, Osmanlı’nın en büyük liderlerinden biridir. Padişah değildir ama liderdir ve Osmanlı’yı Kanunî’den sonra da idare etmesini bilmiştir. O nedenle biz tarihçiler Osmanlı’nın yükselişini Sokullu’nun ölümü ile bitiririz. Sokullu’dan sonra Osmanlı tam 77 yıl Köprülüleri bekledi. Bakın ister padişah olsun ister başka bir şey, dominant bir liderin önemi bu örneklerden anlaşılıyor. Napolyon örneği de böyle. XVI. Lui devrinde yerlerde sürünen Fransa, hemen akabinde gelen Napolyon ile 25 yıl Avrupa’yı titretiyor; ama aynı Fransa Napolyon’dan sonra tekrar yerlerde sürünüyor. Demek ki lider gerçekten de önemli ve gerekli bir şey, elini taşın altına önce lider sokacak, iktisattaki tabirle “kullanılmayan kaynaklar”ı o lider harekete geçirecek. Bizde ise “Osmanlı Markası” olarak nitelenen değerin farkına önce Menderes varmıştır. Onu asmışlardır, sonra Özal; onu da zehirlemişlerdir. Erbakan Hoca’yı ise tekrar aynı ayıbı yapmamak adına asmayıp itibarsızlaştırmaya çalışmışlardır. Osmanlı Markası dediğimiz şey ne için önemlidir? Mesela bir markete ürün satacaksınız, satacağınız ürün, tanınmış bir marka ile aynı özelliklere sahip olsa dahi sırf marka olmadığı için kimse itibar etmeyecektir size. Osmanlı ise 24 milyon kilometrekarelik alana yüzlerce yıl adaletle hükmetmiş bir medeniyet ve dolayısıyla “Osmanlı Markası” dediğinizde bir itibarınız, bir sözünüz olacaktır. Biz hep iyi hatırlanıyoruz, marka bu işte; ancak şimdiye kadar hiçbir liderimiz bunu kullanamadı. Bize hep dört bir yanımız düşmanlarla çevrili dendi, “pis Araplar” sloganı öğretildi, aynı şekilde Araplara da “Türkler sizi senelerce sömürdü” denerek aramız açıldı. Dolayısıyla Türkiye senelerdir içine kapanık bir durumda yaşadı. Günümüz hükümetinin bir yöneticisine soruyorlar; “Efendim, ihracatı ne yaptınız da bu kadar yükselttiniz?” O da diyor ki “Biz hiçbir şey yapmadık. Sadece ‘dört bir yanımız düşmanlarla çevrili’ psikolojisini bir kenara bıraktık ve ilişki kurmaya başladık.” Dünya geneline baktığımızda devletlerin komşuları ile yaptığı dış ticaretler %70 seviyesine kadar çıkar, bizimkisi ise %10 bile değildi bu zamana kadar. Ama bugünkü liderler bunu kaldırıp, Osmanlı’nın marka değerini kullanmaya başladı. Mesela 2002 senesine kadar Kerkük-Yumurtalık hattından geçen petrol günlük 3 bin varildi, Irak’ın günlük petrol üretimi 1 milyon 650 bin varil… Bugün ise Kerkük-Yumurtalık hattından geçen petrol günlük olarak 700 bin varil oldu. Yaklaşık bir ay önce bu anlaşmanın yenilenmesi için çalışma başlatıldı ve hattımızdan geçecek petrol oranı 1 milyon varile çıkarılacak. Bugün Avrupa’da kriz var, sende yok. Bunun sebebi ise Ortadoğu’nun ve senin doğru parolayı söylemiş olmanızdır, bu sermaye de Osmanlı bakiyesi Ortadoğu’dan geliyor zaten. Arap ülkeleri bize yaklaştığı kadar Batı’ya da uzaklaşmakta bugün…
Hâlbuki Batı zaten hiçbir zaman kendi dışındakileri insan yerine koymadı.
Bunun en büyük sebeplerinden birisi de, söylediğiniz gibi Batı’nın Arapları insan yerine koymuyor olmasıdır. Mesela 1947’de BM’ye sevk edilen bir yasaya göre aynı anda iki devlet kurulacak Filistin’de. Nedir bu iki devletten kasıt; Filistin ve İsrail. Ancak İsrail kuruluyor, Filistin 1947 senesinden beridir tanınmayı bekliyor. Bakmayın bugün “Filistin’i tanımak için adım atacağız” gibisinden söylemlerine, bu tamamen küsen Ortadoğu sermayesini kazanmak amaçlı yapılan bir hamle; ancak Araplar hâlâ kızgınlar ve Batı’ya karşı hem güvenlerini yitirdiler hem de yavaş yavaş ilgilerini çekiyorlar… Arapların Batı’dan uzaklaşma sebeplerinden birisi de Batı devletlerinin Arap petrolüne oldukça komik rakamlar ödemesi… Batılılardan bıktılar; ama kazan da kaldıramıyorlar, kaldırsalar Mursi gibi devrilecekler, Saddam gibi öldürülecekler. Arapların Batı ile ilişkisi bu minvalde kör topal ilerlemeye devam ediyor ancak bizim güven vermeye başlamamızla, inisiyatifi elimize almaya başlamamızla Araplar bize doğru yanaşmaya başladılar. Mesela Türkiye askerî güçleri Katar’ı neden koruyor? Acaba Sisi’nin darbe yapmasına engel olmak için olabilir mi? Veya Suud kralı Selman Türkiye’yle neden yaklaşıyor? 5 ay önce Obama, 6 Körfez ülkesini ABD’ye çağırdı, ancak bunlardan üçü yerlerine vekil olsun diye prenslerini gönderdi. Tüm bu olanlar Arapların önceliklerinin artık değişmiş olduğunu gösteriyor bizlere.
Lider mevzusuna geri dönecek olursak; Türkiye’nin bir yeni dönemine bakın bir de eski dönemine... Bu şekilde deyince bize “ayrımcılık yapıyorsunuz siz” diye karşı çıkıyorlar. Mesela eski Türkiye’de Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattı anlaşması imzalanıyor ve bu hattın geçtiği en uzun mesafe bizim topraklarımızda. Ama baktığımızda hissemizin % 6,5 olduğunu görüyoruz. Aslında % 1,5 idi ancak eski Azerbaycan Cumhurbaşkanı Elçibey’in ısrarı üzerine bu oran % 5 arttırılabildi. Konsorsiyuma baktığınızda anlaşmada Japonya’sından tutun Norveç’ine kadar türlü türlü ülkeler var. ABD ve İngiltere’yi söylememe gerek yok herhalde. Yeni Türkiye’de ise Sayın Recep Tayyib Erdoğan cumhurbaşkanı sıfatıyla düzenlediği ilk yurtdışı gezisinde TANAP adlı bir anlaşma imzaladı. Bu anlaşmanın güzergâhı da hemen hemen aynı, ancak payımıza düşen oran ise % 30. Konsorsiyumda ise İngiltere, Azerbaycan ve Türkiye var. Liderlik farkını görebiliyor musunuz?
Türkiye’nin en büyük dış ticaret açığı kalemi enerji… Bu mevzuda ne gibi adımlar atıldı ve atılmakta?
Ukrayna’da Turuncu Devrim’i gerçekleştiren Almanya’dır. Viktor Yanukoviç bir Alman vatandaşıdır ve aynı zamanda Bild’in köşe yazarıydı. Almanların amacı ise Rusya’yı Karadeniz’e sıkıştırmaktır. Ama Ruslar bunu tanımadı ve aniden Kırım’ı ilhak etti. Bunun bir sebebi Almanlara gözdağı vermekse de diğer bir sebebi doğalgaz boru hatlarının kendi kontrolünde olması. Önceden Ukrayna bu konuda Rusları bayağı uğraştırırlardı. İki adet boru hattı anlaşması hazırdı Rusların ve bunu da aynı sebebten iptal ettiler. Anlaşmaya göre bir hat Bulgaristan üzerinden Avusturya’ya geçecek, diğer hat ise Baltık Denizi üzerinden Hamburg Limanı’na girecekti ve bu hatlar Avrupa’nın endüstrisinin enerji ihtiyacını karşılayacaktı. Ancak Ruslar bunun yerine kendi deyimleriyle “Türk Akımı” projesini hazırladılar. Bunu elbette kaşımızın, gözümüzün sevdasına yaptılar demiyorum; ama ortada böyle bir proje vardı sonuçta. 7 Haziran seçimlerinden sonra Dimitri Medvedev açık açık Türkiye’nin siyasî istikrarını dikkatle takip ettiklerini ve bu istikrar bozulup koalisyon kurulursa “Türk Akımı” yerine Almanlar ile anlaşma yapacaklarını söyledi, hatta Rus tarafından zaman zaman cayma alametleri gözüktü. Almanlarla şu sıralarda sorunlu olmamızın sebebi de bu aslında; doğalgazın paylaşılmasında etkin rol alma. Eğer Türkiye’de tekrar bir istikrarsızlık ortamı oluşsaydı bu anlaşma Almanlar ile yapılacaktı. Hülasa-i kelâm bir Bolu Tüneli yapamayan Türkiye’den, devasa anlaşmalara imza atan ve devasa projeleri gerçekleştiren bir Türkiye’ye gelmiş bulunmaktayız ve bu değişim insanımızın ödediği vergilerle olamayacak kadar büyüktür. Bunu yalın bir gözle inceleyin.
Türkmen Dağı ve Rus uçağının düşürülmesi sonrasında Türk Rus ilişkilerinin ne yönde gelişmesini bekliyorsunuz? Rusya bundan sonra ne yapabilir?
Tabiî ki Rusya ya da herhangi bir ülke ile ortaya çıkacak bir savaş çığırtkanlığından uzak durmak şartıyla Türkiye, bundan önce birçok ülkeye yaptığı gibi, kendisini denemeye kalkışan Rusya’ya şakası olmadığını, sabrının da bir sınırı olduğunu gösterdi. 1955’ten bu yana Rusya’ya NATO dâhil hiçbir güç bunu yapamamıştı. Bu aşamadan sonra Rusya tansiyonu arttırıcı adımlara giremeyecektir. Çünkü bu ana kadar Gürcistan-Osetya’ya, Kırım’a, Baltık ülkelerine karşı saldırgan tutum takınarak, uluslararası kamuoyunu yeteri kadar karşısına almıştı.
Rusların Akdeniz’den uzak tutulması gayretleri Batılı ülkeler tarafından da defalarca sergilenmiş, Rusların Akdeniz’e ulaşma çabaları her defasında önlenmiştir. Öte yandan zaten birçok ülke tarafından kendisine uygulanan ekonomik ambargo karşısında, bu ambargoyu tanımayan Türkiye’yi kaybetmek Rusya’ya pahalıya mal olacaktır. Ayrıca petrol fiyatlarının, özellikle düşük seviyelerde tutularak mali kayıplara düşen Rusya’nın Ukrayna hattını kullanmayacağı konjonktürde bir gelecekte tesis etmek istediği Türk akımı doğal gaz hattını faaliyete geçirememesi, daha da derin bir ekonomik krizin içine düşmesine sebebiyet verecektir.
Bundan medet ummak niyetiyle söylemiyoruz ama bu manada Batı, Akdeniz’den uzaklaştırmaya çalıştığı Rusya’nın karşısında Türkiye’yi yalnız bırakıp Ruslara Suriye üzerinden Akdeniz’e inme gibi yeni bir fırsat sunmayacaktır. Zaten Almanya’dan, ABD’den, AB’den, NATO’dan gelen açıklamalar da bu yöndedir.
Bunların hepsini bilen Rusya’nın, Türkiye’nin hava sahasını ihlal ederek, Türkiye’nin sabrını test etmesi, kendisine karşı 50 yıldan fazladır yapılmayan hareketin yine yapılmayacağı inancının sonucuydu. Fakat Rusya işte burada hata yaptı, Türkiye’nin sabrını test etti. Türkiye’de uluslararası konjonktürü hesap ederek savunma hakkını kullandı. Rusya, kendisine bunu kimsenin yapamayacağına inanıyordu. Bu, kahramanlık türü değerlendirilecek bir davranıştan öte, sınırlarını koruma mecburiyeti duyan bir ülkenin doğal ve cesur bir tepkisidir.
Mevcut parlamenter sistemin krizler ürettiğini en son 7 Haziran seçimleri sonrasında gördük. Sistemin bir an evvel değiştirilmesi zarureti kendisini açıkça gösterdi. Başkanlık sistemi tartışmaları da 1 Kasım sonrası yeniden gündemde. Bu mesele hakkında ne düşünüyorsunuz?
Ben sayın Erdoğan’ı çok severim; ancak ben başkanlık sistemini Erdoğan için değil, Türkiye’nin istikrarı için istiyorum. Allah uzun ömür versin Erdoğan’dan sonra da başkanlık sistemi bu istikrarın devam etmesini sağlayacaktır. Mesela koalisyonlarla yönetilmeyeceğiz. Veya %22 gibi komik oranlarla iktidar olunamayacak. Başkan adayı halkın çoğunluğunu arkasına alarak seçilecek artık. Koalisyon sisteminde bürokratlar iktidarı takmıyor; ne de olsa 3 ay sonra düşer mantığı ile hareket ettiklerinden işler yürümüyor. Veya bir yasanın herhangi bir maddesini beğenmeyen koalisyon ortağı, kendi elinde tuttuğu bakanlıklardan bu sefer gelen önerilerin geçmesini engelliyor. Yani mecliste olduğu gibi hükümet içerisinde şiddetli muhalefet doğuyor ve bu da halkın zararından öte bir şey değil. Şöyle diyorlar: “Batı’daki çoğu ülkeler de koalisyonla yönetiliyor, onlarda neden bu tarz problemler yaşanmıyor?” Bunun cevabı basit: Batı’da Batı’nın iç işlerini karıştıran bir Batı yok!
Batı’nın kurmuş olduğu düzenin içimizdeki yürütücüleri üzerinden yapılmıyor mu bu manipülasyonların tümü?
Tabii ki. Ağırlıklı olarak bu misyonu üstlenenler Batı eğitimi almış kişilerdir. Çünkü onların kültürüyle yetişen onlar gibi davranır, bu da onların işine yarar haliyle.
Hazır aydın mevzuuna girmişken sormak istiyorum; neden Türkiye’de aydın yetişmiyor?
Çünkü bizler Batı’nın kavramlarını önümüze koyup irdelemiyoruz, Batı ne derse tamam deyip geçiyoruz. Batı’yı eleştirmemeye devam edersek tabii ki aydın ortaya çıkmaz. Aydın potansiyeli olan insanlarımız Batı’nın dediklerini “Batı güçlüdür canım, yalan söylemez” diye kabullendikçe tabiî ki aydın olamaz. Televizyonlarda hep derler; sorgulamalıyız, yapmalıyız, tenkit etmeliyiz diye. Yahu neyi sorgulayacaksın, dinimizi değil mi? Ama tiyatroya, heykele veya bir başka şeye bir laf söyle bakayım ne oluyor. Tabiî ki bu ürkekliği biz yeneceğiz, Batı’yı eleştirme cesaretini biz göstereceğiz, Batı’nın çelişkilerini yakalayıp aydınlarımıza hatırlatacağız. Bu iş ancak böyle hallolur.
Teşekkür ediyoruz.
Ben teşekkür ederim.

Baran Dergisi 464. Sayı