Oltaya takılmış bir balık hayal edin. Isırdığı yemin içinde saklı iğne alt veya üst çenesinden geçmiş, istikameti balıkçının makarayı sarması yahut gevşetmesi ile tayin edilen bir balık... Balıkçının, hem misina kopmasın, hem de balık yorulsun diye makarayı gevşettiği ânlarda doğan boşluk payını, balık, kendi gayretinden kurtulma diye yorumlar ve “hür” bir şekilde dilediği istikamete doğru gidebileceğini zanneder. Balık böyle neşe içinde hareket ederken, yeniden makaranın sarılmaya başlandığını düşünün. Balıkçı yeniden makarasını sarsın, yeniden boşaltsın, sarsın, boşaltsın ve bu vaziyet balık sudan sıyrılıp da balıkçının eline geçinceye kadar sürsün... Peki ya balıkçının derdi balığı yakalamak değil de, onu suyun içinde bu hâlde tutmaksa? Büyük bir köpek balığını düşünün. Balıkçının oltası onu karaya çekmeye değil ama misinanın ucunda tutsak etmeye müsait. Bıraksa, diğer oltalarıyla tuttuğu yahut tutacağı diğer balıkları köpekbalığı yiyecek, çekmeye kalksa oltası kırılacak...
Türkiye’nin hâli yukarıdaki balığın vaziyetine ne kadar da benziyor değil mi? Bir bakıyorsunuz, koskoca bir devlet gibi bağımsız hareket eden Türkiye; bir daha bakıyorsunuz, eli kolu bağlanmış, bağımlı ve şahsiyetsiz bir parya... Hakikaten, Türkiye bunlardan hangisi, kim? Ya oltayı elinde tutan?
 
***
 
Balığın oltaya takılışını, makaranın sarıldığı ve gevşetildiği demleri, hattâ kimi zaman oltaların birbirine karşımasından kaynaklanan hâlleri, toplu bir bütün hâlinde görmeyenler için Türkiye’nin dış siyasetini anlamak ve anlamlandırmak son derece güçtür. Onlar içinden bir kesim makaranın boşaldığı demlerde yapılanlara baktığında kendi ideallerinden pırıltılar görür sevinir, diğer bir kesim ise bu vaziyeti kendi hayat tarzına yönelik bir tehdit addeder; makaranın sarılmaya başlamasıyla beraber övünenler yaşananları izah edemez, tenkit edenlerse hayret eder. Son yılların en sık tekrar edilen teranesi “kutuplaşma” da makaranın gevşediği demlerin toplumdaki akislerinden ibarettir. Dikkat ettiyseniz, hakikatin ne olduğunu da ihtar eden makaranın sarılmaya başlandığında yaşananları izaha her iki kesim de yanaşmaz. 
Oysaki, gerçekten de hür olmak, bağımsız olmak isteyen için makaranın sarıldığı, misinanın gerildiği ânlar mı daha kıymetlidir, yoksa misinanın gevşediği ânlar mı? Balıkçının elinden kurtulmak iddiasında olan her balık çok bilir ki, misina gerginken mukavemet etmek güçtür; fakat ancak bu gerginlikten istifade ederek misinayı koparmak ve ardından bağımsızlık mümkündür. 
 
***
 
Geçtiğimiz hafta ajanslara “Türkiye İsrail’le anlaşmak üzere” diye bir haber düştü. Bu haber bize geçtiğimiz seneki hesabları anımsattı. E biz de hatırlatarak devam edelim...

Tezgâhın Genel Hatları


Rusya’nın, bilhassa doğalgaz üzerindeki tekelinin kırılmaması 13 Temmuz 2008 senesinde, kendisi de Yahudi olan Nikolas Sarkozy döneminde Fransa’nın önderliğinde kurulan bu birlik, Avrupa Birliği’nin ikinci kuşak çalışması olarak değerlendiriliyor. Avrupa Birliği ülkeleri ile beraber Akdeniz’e kıyısı olan ülkeleri kapsayan bu birliğin üyeleri arasında Mısır, Libya, Cezayir, Fas, Moritanya, Suriye (2011 tarihinde üyeliği askıya alındı), İsrail ve Türkiye gibi ülkeler bulunuyor. 
Birliğin kuruluşunun temel saiki, ABD’nin Irak’tan çekilmesinden sonra doğan boşlukta Ortadoğu’da bir başına kalan İsrail’i bu yalnızlığından kurtarıp, önce Akdeniz Birliği’ne ardından da Avrupa Birliğine almaktır. ABD’nin binlerce kilometre öteden gelerek İsrail’in güvenliğini sağlamaya çalışmasından ziyade Fransa’nın başını çektiği bir birliğin içinde İsrail’e yer vermek hem ekonomik bakımdan hem de psikolojik olarak İsrail’in çıkarınadır. Bölge ülkeleri de ABD’nin müdahalelerinden bunalmış olacaklar ki, sanki yeni bir fırsatmış gibi Avrupa’dan gelen bu teklife nedense balıklama atladılar. 
Burada şunu da ilâve etmekte yarar var; bölge ülkeleri AB ile birlik olmaya karar vermelerinin hemen iki sene sonrasında, Arab Baharı’nın AB üyesi olmayan tüm Akdeniz Birliği üyelerinde başlaması son derece dikkat çekicidir.
Akdeniz Birliği’nin en önemli hedeflerinden biri, bu ikinci kuşak birlikten başlayarak İsrail’i Avrupa Birliği’nin bir üyesi yapmaktır, dedik. Dünyanın merkezî coğrafyasında hâkimiyet arzusu taşıyanlar için cazibesi yüksek olan bölgenin aynı zamanda petrol sahalarının tam ortasında yer alıyor oluşu, Yahudilerin Avrupalı Devletlerin hükümetlerinin başlıca finansörü olması ve son olarak da yalnız Leviathan doğalgaz sahasında bulunan 425 milyar metreküplük gaz rezervi… Bu saydığımız gerekçelerin Fransa ve Avrupa için son derece cazib olduğu açıktır. Ayrıca hatırlatmakta yarar var, bölgedeki toplam doğalgaz rezervi tahminlere göre 1 trilyon metreküp civarında. Rusya’nın da Suriye’ye gelişini, enerji piyasası üzerindeki hâkimiyetini muhafaza ve tahkim etmek şeklinde ele alacak olursak, resim daha da netleşir. Tüm bu manzara içinde Türkiye’ye gelecek olursak; bir kere en başta İsrail’in güvenliği ve ABD ile Avrupa’nın dünyanın merkezî bölgesindeki hâkimiyet planlarının muvaffak olmasında, Türkiye kilit roldedir.
Yine, Leviathan doğalgaz sahasından çıkarılacak olan gazın Avrupa’ya taşınması hususunda da Türkiye kilit konumda bulunuyor. Çünkü Türkiye’de hâlihazırda bulunan doğalgaz boru hatları kullanılırsa, işte o zaman İsrail’in çıkarttığı gaz, Rus gazıyla rekabet edebilir bir fiyata düşebiliyor. 14 Şubat 2013 tarihinde bu konuyla alâkalı olarak İsrail’de yayın yapan Haaretz Gazetesinde son derece tepki çeken bir haber de çıkmıştı. Bu habere göre İsrail’li şirket Dorat Enerji’nin %25 hisseyle ortağı olan, Aşkalon’da da bir baraj inşa eden Zorlu Holding, bu gazın çıkartılması ve Türkiye üzerinden taşınması ile alâkalı görüşmeler gerçekleştirmekteydi.
Bahsettiğimiz planlar karşısında Türkiye için, hatta İslâm Âlemi için en önemli olan Mısır’dı. 
Mısır’daki Mursî iktidarı başta kalmış olsaydı, bölgede sahnelenen oyunların birçoğu perdeden indirilebilir ve İsrail karşıtlığı vesile edilerek bile İslâm Birliği’ne doğru hızlı adımlar atılabilirdi. Hem Akdeniz’in hem de İslâm Âlemi’nin iki büyük gücünün bir araya gelmesinden doğacak tehdidi iyi bilen İsrail ve Amerika, Mursî’yi iktidardan indirerek gerçek bir birliğin en önemli kalelerinden birini daha kurulmadan düşürmüş oldu.
Diğer taraftan, iktidarı bırakmamak adına her türlü tavizi vermeye hazır hale getirilmiş Esad’ın kendi kendini oyun dışı bırakması ve yerine iki abisi İran ve Rusya’ya terk etmesi, Türkiye adına son derece menfî hadiselerden birisi oldu.
Türkiye’nin son dönemde iyi ilişkiler geliştirdiği Kürtlerin bir kısmının ABD ve İsrail’in devlet vaadine kanmaları da, Türkiye’nin kendi içindeki bütünlüğünü olmasa bile huzurunu tehdit eden bir hamle olarak onların hanesine yazıldı.
Satranç oyununda bazen taşlarını rakibinin yemesine müsaade ederek oyundaki hareket kabiliyetini arttırır ve beklenmedik anda rakibin şahını kıstırıverirsin; umuyoruz ki Türkiye’nin çantasında da buna benzer bir plan vardır. Çünkü ABD ve İsrail’in yediği taşlar yanına kâr kalır cinsten değil.

Türkiye'nin Esas Meselesi


Türkiye’nin esas meselesi, bize göre; yaptığı ve yapmadıklarını kıymetlendirecek, bir icraatının diğerini çelmesine değil de tekâmül etmesine vesile kılacak, içeride birliği tesis ederken dışarıya da sunabileceği ideali, şahsiyeti, nizamı ve kültürüyle merkez hâline gelmesini sağlayacak fikirdir. Kökü İslâm’da olan böylesi bir fikir kuşanıldıktan ve ortak bir şekilde benimsendikten sonra ancak misinanın gerilmesinden kaynaklanan ıstıraba dayanılabilir ve mukaddes hürriyete ancak bu şekilde erilebilir.
Böylesi bir fikir sistemi ve ideoloji benimsenmez, ikbal fetişisti dalkavukların menfaatleri hesabına günü birlik işleri “siyaset” diye izlenmeye devam ederse, makara gevşediğinde eşek hürriyeti içinde coşar, gerildiğindeyse ne yapacağınızı sapıtıp çekildiğiniz istikamette sürüklenmeye mahkûm olursunuz. 
Türkiye’nin esaslı bir tercih yapma vakti hâlâ gelmedi mi?
 
***
 
İsrail ile yapılması planlanan anlaşma mı? Belli ki balıkçı makarayı sarmaya başlamış, gevşetince nasılsa unutursunuz...
 



Baran Dergisi 467. Sayı