Hafıza günümüzde, nörologlar tarafından beynin bir organizması olarak, psikanalistler kişisel hikâyelerin aktarılması olarak, sosyologlar tarafından grup hafızası şeklinde incelenirken, tarihçiler de yazılı kaynaklar karşısında insan hafızasının değerini tartışırlar.

“Modern insan”, günlük yaşamda hafızasını kullanmaya pek ihtiyaç duymuyor artık. Teknolojik âletler bizim yerimize hatırlıyor her şeyi. Fotoğraflar, videolar, çalar saatler, bilgisayarlar, hard diskler, facebook bile “hatıralarımızı” hatırlatıyor artık. İnsan hafızasının kullanılmaya kullanılmaya “köreldiği” gerçeği, tersine bir tekâmül mü? Telefon numaralarını eskiden ezbere bilirdik, şimdi kendi numaramızı bile bilmiyoruz. Kaynak taraması yaparken hafızamıza güvenmiyoruz, elimize alıp kitabı bile karıştırmıyoruz artık. Gidip dijital ortamdan tarama yapıyoruz.

Bundan yüzyıllar önce, teknolojinin insanı bu kadar sakatlamadığı devirlerde, insan hafızası, bilginin saklandığı tek yerdi. “Sözlü kültür” denilen mitolojik efsaneler, destanlar, şiirler, şarkılar, masallar dilden dile aktarılarak “yaşardı”… İmam-ı Gazali’nin “Kuvve-i Hafıza” faslında hatıra getiren kuvveti “zakire” olarak adlandırır. İşte insan zikrederek, “tekrarlayarak” hafızasına yerleştirdiği bilgiye güvenirdi. Yazı hiç şüphesiz “sözlü kültürün” yanında devam eden bir oluş sürecinde de olsa, yazıdan ziyade söze ve hafızaya güvenilirdi. Öyle ki, Antik Yunan’da, mahkemelerde yazılı savunma geçerli sayılmaz sözlü savunma istenirdi.

Antik Yunan’da “bilmek” hatırlamaktır... Yunan mitolojisinde, Mnemosyne’nin Zeus’tan olan kızları hafızadakilerin aktarılmasını sağlayacak ilham perileri (Mousalar) idi. Hafızayı sözle, sanatla yaymak ve çoğaltmak, onların göreviydi. Bu anlamıyla logos başlangıçta bulunandı; her şeyden önce vardı. İlahî hafızadaki semavi sözleri yeryüzüne indirmek, ilham perilerinin görevleriydi. Herkesin hakikati ezbere bilmesi kendi hafızasına nakşetmesi ancak bu aracı “melekler” sayesinde gerçekleşebilirdi.

Sokrat tek bir cümle yazmamıştı. Platon, Sokrat’tan işittiklerini aktarıyordu. Sokrat çeşitli hikâyeler anlatıyor bunların kaynağını belirtmiyordu. Velhasıl söz, yazıya üstündü.

Derrida’ya göre “Batı felsefesi daima sözü yazıdan üstün tutmuştur.” Nitekim Sokrat’a dayanan Batı felsefesinden bahsediyoruz. Platon’un yazdıklarına dayanarak fikirlerini öğrendiğimiz Sokrat’tan…Bu mânâda, Alfred North Whitehead, “bütün Batı felsefesi Eflatun’a düşülen notlardır” diyor.

Salih Mirzabeyoğlu: “İdrâk edilen mânâların tamamen kaybolmadığı ve biraz düşününce tekrar hatırlanabildiği ve hatırlanabileceği hepimizin malûmudur. O hâlde bu mânâların muhafaza edileceği bir dosyaya ihtiyaç vardır ki, bu kuvve-i hafıza’dır. Hatıra getiren kuvvet “zakire”dir. Kuvve-i hafızanın mânâlarla ilişkisi, kuvve-i musavvire’nin hissi müşterekteki “mahsusat-ı mutasavvare” ile ilişkisine benzer.

Mutasavver: Tasavvur edilmiş. İlerde yapılması düşünülmüş. Tasvir edilen. Hatırdan geçen. Akıl kabul eder, akıl alır. “Zikr” kelimesi Arabça’dır. Türkçe mânâsı “anmak”, yani “hatırlamak”… Hatırlamak ise kalbin sıfatlarındandır. Lisânın onda payı yoktur.” (İman ve Tefekkür, s. 53)

Antik Yunancada’da“lethe” unutmak demektir… İbda Mimarı Salih Mirzabeyoğlu şöyle yazar:“İnsan”, nisyan’dan gelir; unutmak. Allah’a yakın olmanın, “hatırlamak” olduğunu, Allah Kur’ân’da bizzat Resûlü’nün şahsında, “O’na öğretiklerimiz, hatırlattıklarımızdır” meâlinde bir âyetle bildirmiştir.”(İnsan, Önsöz’den)

HAFIZAYA VE SÖZE GÜVENMEMEK ÇAĞIMIZIN AFETİ Mİ?
Bildiğiniz üzere, kamuoyu önünde sıkça gündeme gelen bir tartışmaya maruz kalıyoruz. Allah Resulü’nden Sahabi’nin rivayet ettiği hadisler güvenilir mi, değil mi? Hadisler “toplanırken” de bu incelemenin yapıldığı, zayıf hadisin, sahih hadisin ölçülerinin konulduğu malûm. “Ravileri kimler, rivayet zincirinde bir hata var mı”, gibi çeşitli “ölçüler” çerçevesinde toplanmış hadislerden bahsediyoruz. Bugün İslâm’ın temel kaynaklarına “güvensizlik duyan” Müslümanların varlığı,yukarıda bahsini ettiğimiz modern insanın kendi hafızasını “yitirmiş” olmasına bağlanabilir mi?Bu durum “Hafızaya dayanan” bilgiyi yok saymaya itmiş olabilir mi onu?Hadis inkârcılığının temelinde yatan asıl “düşünce” bu mudur?… Oysa bu düşünce Kur’ân’ın hafızlar tarafından korunarak bugüne aktarıldığını düşünürsek, –hâşâ-, Kitab’a da güvensizliği doğurur. Bakınız Kur’ân’ı ezberleyen ilk hafızlar şu Sahabîlerdi ki, aynı zamanda tüm kıraatların dayandığı sahabilerdir: Hazreti Osman b Affan, Hazreti Ali b Ebu Talib, Hazreti Ubey B. Kâb, Hazreti Abdullah b Mesud, Hazreti Zeyd b Sabid, Hazreti Ebu Musa El Eş’ari,  Hazreti Ebu’d Derda. Peki, bu Sahabiler aynı zamanda hadis rivayet etmişler midir? Elbette.

Hadis deyince, Sahabî’nin, Tabiîn’in, Tebe-i Tabiî’nin rivayetlerinden bahsediyoruz. Kur’an-ı Kerim’i hafızalarında koruyan “hafızlar”dan, “vahiy katiplerinden” bahsediyoruz.

İslam Ansiklopedisi’nde yazdığına göre: “İlk mushaflar, esas itibariyle Kur’ân’ın tahrife uğramasını önleme maksadına yönelik olarak hazırlanmışsa da, Ebu Bekir İbnu’l- Arabi, özellikle kıraat vecihlerinin mushaflarda değil rivayet yoluyla yani ezberden aktarılarak yaşatıldığını, ancak kâriler arasında ihtilaf vuku bulması halinde mushaflara başvurulduğunu kaydeder. İbnu’l-Cezeri de, “daha sonra Kur’ân’ın naklinde mushafların ve kitapların korumasına değil kalplerin ve zihinlerin korumasına (ezberlemeye) güvenilmiştir. Bu durum yüce Allah’ın bu ümmete nasib ettiği en değerli özelliktir” diyerek aynı hususa riayet etmiştir.”
Peki ya Hadisleri toplayanlar? Mesela, Buhârî’nin hafıza kuvveti ile ilgili birçok örnek verilmiştir ki, kâtibi Muhammed ibn Ebî Hatim’in aktardığına göre, Buharî, topladığı hadisleri –ki onbinlerce hadisten bahsediyoruz- önce hafızasına alır, sonra kâtibine hafızasındakileri yazdırırmış.

Netice olarak, günümüz Müslümanının “akli melekeleri” öylesine dejenere olmuş ki, bu durum İslâm’ın temel kaynaklarından duyulan “şüphe”nin de kaynağıdır. Oysa baktığımız zaman ne Müslüman ne de bir Batılı, tek bir cümle yazmamış Sokrat’ın fikirlerini, sözlerini, hatta savunmasını bize aktaran Platon’un hafızasından şüphe duymaz. Aynı “kat’îliği” bir Müslüman kendi temel kaynaklarına karşı göstermiyorsa, buna düpedüz “aklın iptali” denir. Nitekim, Kur’ân bize “hafızalarla-hafızlarla” taşınmıştır; tıpkı hadisler gibi…

Çünkü, “Hatırlamak kalbin sıfatlarındandır. Lisânın onda payı yoktur.”

Baran Dergisi 613. Sayı