Üstad Necip Fazıl’ın şairliği umûmiyetle herkesçe malûm; hatta öyle bir “malûm”luk ki ona biz “meçhul” desek yerinde olur. Çünkü Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun eserleri boyunca onun şiirine düştüğü şerhler ve haddi zatında hâlen sürdürdüğü yazı faaliyetiyle inşâ ettiği fikrî dünyanın yapı taşlarında bu şiirleri ele alış biçimi, tabiri câizse inşâ ettiği dünyanın harcı olarak bu şiirleri kullanması, bize, bahsettiğimiz malûmluk ve meçhullük dâvâsının esasına dâir ipuçları veriyor…

Üstad şiirle olan alâkâsına 13-14 yaşlarında başladığını, “Yakup Kadri ve arkadaşlarınca idare edilen” Yeni Mecmua’nın ikinci devresinde şöhrete ulaştığını ve Ahmet Haşim’in mecmua idarehânesinde ve herkesin içinde kendisine –zor beğenen şairler oldukları için herkesin içinde ifâdesi dikkat çekmeli- “çocuk bu sesi nereden buldun!” dediğini söyler…

Haşim’in “ses” ile kastettiği, kendi devirlerinin yeknesaklığı içinden çıkmış olduğu hâlde çocuk yaşta yepyeni bir ürpertiyi andıran ve o günün beğenmez yahut beğendiğini belli etmez ekâbirini herkesin içinde bu denli hayrete düşürecek derece bir kuvvetti belki de. Elbette bir üslubtan, edebiyât çevrelerini şaşkına çevirecek bir mizaç ve şahsiyetten bahsediyordu Haşim… Şahsiyetin sözlüklerde “sanatkârın eserine yansıyan kendine has hususiyeti” diye de tarif edilmesine nazaran Ahmet Haşim’in hayretler içindeki nidâsında kullandığı “ses” mefhumunu “şahsiyet” diye de yorumlayabiliriz…

 
***

Yaklaşık bir sene evvel şarkıcı Hande Yener’in hayatıyla alâkâlı bir detaya rastladım. Zannediyorum bir TV programındaydı, şarkıcılığa nasıl başladığını anlatıyordu. Sezen Aksu’nun ekibinde vokalistlik yaparken ses tellerinden rahatsızlanıyor. Uzun süre çare aramasına mukâbil rahatsızlığı geçmiyor ve bu iş neredeyse ses tellerini ciddi şekilde tahrip edecek noktaya varıyor. Sonradan fark ediliyor ki –yahut doktoru fark ediyor ki- mesele Yener’in vokalistlik yapmasıymış; çünkü solist’in her zaman yâdında kalan ve kalmak zorunda olan Yener’in kullandığı perde ses tellerini tahrip eden şeyin kendisi imiş! Hande Yener bu mevzuun ardından kendi sesiyle albüm çıkarmaya karar vermiş vesâire, vesâire…

Bu hâdise bana bugün genç arkadaşlarımıza kendi seslerini bulmaları için ne türlü imkânlar verdiğimizi, vermediğimizi; onlarda gördüğümüz rahatsızlıkların – tıpkı Hande Yener’de olduğu gibi- sebeblerini tam mânâsıyla keşfedip keşfedemediğimizi; dahası, bizim, kendi sesini bulmuş yahut bulamamış bizlerin, onlardaki sesin ne türlü bir yola sevk edilmesi hususundaki kaygılarımızın neler olduğu?

Yerinde kullanılan ses’in verdiği hoşlukla, notaların her birini birbirine paldır küldür giriştiren, detone-perdesiz bir vaziyette gürültü çıkaran sesleri ayırd edebilecek kendi seslerimize sahip miyiz acaba? İnsan, kendinde sahip olamadığı bir şeyin nasıl misâli olacaktır yahut olabilmektedir? Ya da ne kadar olabiliyoruz?

 
***
 
15 Temmuz’dan hatırlayacaksınız; yamyamları kıskandıracak derecede gözü dönmüş vahşîler, milletimizin psikolojisini bozmak, iradesini kırmak için “Sonik Patlama” adlı ses hızı veya üzerinde bir hızla hareket edilmesinin neticesinde oluşan ve bombardımanı andıran yüksek gürültüyü kullandılar; hoş, milletin imân dolu sayhası bu Sonic Boom’ları bile yenecek kudrette bir iradeyi gösterdi ve Masonik yapı artık bir daha hayat bulamayacak bir sükût çölüne gömüldü… Demek ki sesler sinestezik bir biçimde renge dönünce ve hepsi aynı prensiplerin vazettiği notalarla hareket edince büyük bir kuvvet meydana getirebilir. Bununla beraber, kendisinden daha kuvvetli zannedilen bir başka sesi kolaylıkla bastırabilir; o hâlde bütün dâvâ, her şey, tek bir ses olabilmenin marifetinde…

Bergson’un dilimize “Yaratıcı Tekâmül” diye tercüme edilmiş eserinin bir yerinde “canlı şuurumuzun her anında geçmişimizin bütün şuur hâlleri çınlar, geleceğin sesleri duyulur” diyor. Biz de, kendi sesimizi buldukça gençlerin, gençlerin sesini buldukça da istikbâlde hayâlini güttüğümüz cemiyetin ayak seslerini mutlaka işiteceğiz…



Baran Dergisi 512. Sayı