Başka milletlerin, toplumların uzun seneler içerisinde yaşadıklarını-değişimleri onlara nisbetle daha kısa zaman dilimleri içinde yaşadığımızdan bizim topluluğumuzun algılarında birçok hususun iç içe geçtiğini söyleyebiliriz. Özellikle Batı toplumuna nisbeten bizim toplumumuzun hafızası temelde daha köklüdür, ancak onların birçok meseleyi daha bütün algılamasına karşın bizde meseleler bölük-pörçük ve alabildiğine kırılgandır. Elbette bu husustaki en temel âmil, bizim başka milletlere göre benzeri görülmemiş bir kültürel asimilasyona uğramamız.
 
Tarihî köklerimiz çok derinlere inse de devre devre yaşanılan kırılmalar-travmalar hâlihazır ile geçmiş arasındaki bütün nîsbet noktalarımızı unutturmuş durumda. “Toplum hafızası”, o elle gösterilemese de cemiyetin en ücra noktalarına kadar sirayet etmiş hareket ettirici gücün zayıflamasına, biçimini değiştirmesine sebeb olmuştur.
Bahsettiğimiz zayıflama ilk tezahürlerini “aydın”larımızda kendini göstereli beri, aydınlarımız kolektif hafızamızı unutup başka başka zihin dünyalarının esiri olmuştur; yani aslında “avangard/öncü”lerdeki bu büyük zaafın tezahürleri, kendilerine bakan toplumun algılarını sarsarak büyük bir kararsızlığa itmiştir.
 
Kararsızlıkta “karar” kılmış toplumların akıbeti okyanusta bir tahta parçasına tutunmuş ve kendini Allah’a teslim etmiş birisi gibi olmaz; çünkü, bir tahta parçasına tutunarak hayatta kalmaya çalışan birisinin o acziyeti içerisinde gösterdiği tevekkülün bir yüzü, dünyayı değiştirecek bir şuura dönüktür. Toplumların kararsızlığı ise içinde her türlü kötülüğü barındıran pandora’nın kutusu gibidir.
 
“İnsanda her şeyden önce varolan tenkid şuuru”nun bulanıklığından doğan bu kaos, ancak ve ancak “şuurluluk” hâli ile giderilebilir; kaba mânasıyla bile alsak şuursuzluğun karşıt tanımı olan “içinde bulunulan zaman, mekan ve hâdiselerin zaman ve mekân ile olan münasebetlerini bilme” tarifi, kastettiğimiz bulanıklığın ne olduğuna dair birçok ipucunu bize hatırlatır.
 
Hatırlamak ise an’da tutunamayan insanın en büyük sermayesidir; bu sermaye ile bakar, görür, ayrıştırır ve binâ ederiz. İhtimal ile geçmiş arasındaki süreklilik arasında kıvranan insanın şuurundan ruhundan başka tutunacak bir “tahta parçası” yoktur. Abdülhakîm Arvasi Hazretleri “inan, istersen bir odun parçasına inan; ona inanmaya başladığın andan itibaren inanmanın da neye ve kime olacağına inanırsın” diye buyurmalarıgeliyor hatırımıza; ucu-bucağının sınırlarını hâlen bilemediğimiz bu kainatta bir tahta parçasına tutunmanın, ona tutunmaktan doğan emniyet hissinin varlığını kim inkâr edebilir ki?
 
Aydınlarımızın hafızalarındaki kırılmalar ve şuurlarının kendi köklerinin tersine doğru ilerleyişi yani şuursuzluğun bir şuurluluk gibi genele yansıması feci neticeler verdi. Kendi kullandığı dili halkın kullanageldiği dil içinden alan ve onun nasılını-niçinini izah ederek tekraren ona empoze etmesi gereken münevverlerin Cumhuriyet sonrası “aydınlaşma” süreci bir bakıma kendi köklerinden, ruhundan, şuurundan ayrışma sürecidir de… Bugün toplumumuz içindeki bütün tezatların ve ayrışmaların temelinde esasen “aydın”ların bir türlü aydın olamama sorunu yatmaktadır. Münevver, aydın, avangard/öncü’ler hâlihazırda meydana getirdikleri toplumu tenkid etmeye davrandıklarında, aslında kendilerini tenkid ettiklerini unuttular. Böylece kendi nefs muhasebelerinin ardından içinde bulundukları toplumu-düzeni kıyasıya tenkid eden ve nerede bir tezat görse bunu ruhunda hisseden entelektüeller yerine hâlihazırda kendi meydana getirdiği durumları eleştirip kendini o toplumun üstünde gören kibir kumkumalarına dönüştüler.
 
Böyle olunca da, dün “efkâr-ı umumiye” denilen tabir ister istemez yerini kamu’nun oyu’na bıraktı. Umuma fikirleri veren ve onda gördüğü umûmî fikirlerin doğruluğunu-yanlışlığını kendi nefs muhasebesi içinde tetkik edip vicdanı ile karar veren şuurlar yerini kesif bir şuursuzluğa terk ettiğinden bu yana memleketimizdeki her husus kendi içinde bir probleme dönüştü. Bugün “Ermeni sorunu, kadına şiddet sorunu, eğitim sorunu, yönetim sorunu, muhalefet sorunu” diye sıralandığında neredeyse Uludağ çapında bir kütleye dönüşecek “sorun” bolluğu işte buradan doğdu.
 
Hakikatin tek olması, tekten doğarak toplumların umûmî fikrini kavraması bahsi “demokratik” bir gelenek içinde ve korkunç bir infaz şekli ile bir leğene su doldurulup orada boğazlandı.
 
Avangard’ların arkada kaldığı ve kendilerini önde ve öncü zannettiği memleketlerdeki hâkim unsur niteliğini-karakterini kaybetmiş, âmiyane bir tabirle yavşamış ilişki biçimleridir; çünkü aydının şuurunu kaybettiği ve nerede durması ve olması gerektiğini bilmediği yerde toplumun-halkın doğru hareketler sergilemesini beklemek safdillik olur. İstisnaları hariç aydın pozunu takınan yahut algılananların içten içe kendilerinin aydın olmadıklarını bilmeleri aslında onlar için büyük bir nimettir. Bilmediğini bilme’ye tutunarak bir adım atmak yerine kendilerinin ürettikleri kaos içerisinde gün geçirmeleri “vur patlasın çal oynasın” kültürünü ne kadar içselleştirdiklerinin göstergesidir. Bugün her fecî hadise karşısında “aman iyi oldu ne yazacaktık yoksa(!)” vahşi üslubu işte bu derin cehaletten kaynaklanmaktadır.
 
Büyük dinlerin va’zettiği esasları hazmetmemiş, felsefe tarihinin temel dinamiklerini kavramamış ve bunların da üstünde kendi içinde bulunduğu toplumun ruh köküne karşı cahil kalmış aydın tiplerinin kuşattığı toplumlar kendisine karşı yapılan ve yapılacak her türlü tehlikeli harekete karşı savunmasızdırlar. Bu açıdan baktığımızda 28 Şubat sadece generallerin Müslüman halka/topluma karşı yaptığı bir darbe değil; hiç konuşulmayan  bir tarafıyla aydın sorumluluğunun da ayaklar altında can verdiği bir dönem olarak da okunmalı.
 
Ne diyelim? Geleneksel 28 Şubat’ı anma ve cezâevlerindeki 28 Şubat mağdurlarını bir günlüğüne hatırlama haftası etkinlikleri başta facebook ve twitter ahâlisi olmak üzere herkese hayırlı uğurlu olsun.
 
Baran Dergisi 424. Sayısı