Birçok yazımda dile getirdiğim gibi köy ile irtibatlı bir ailedenim. Yazın tatillerde mahalleden diğer arkadaşlar gibi deniz özlemini gidermekten ziyade dede ve ninemin kokusunu dindirdiğim köyüme giderdim. Bir köylüden daha köylü gibi davranır, ekin biçer, tarla sürer velhasıl köye dair her işi severek yapardım. Zaman olur köyümde Ankara’dan şehirli ve okuyan biri olarak farklı görünmenin hazzını tadarken zaman olur bir yandan da onların beni kendilerinden görmeleri için başıma kasket takmaktan, ayağıma soğuk kuyu denen lastik ayakkabıyı giymekten gocunmazdım. Gocunmak ne demek hatta oldukça da mutlu olurdum. Demem o ki her iki halin de insan hakikatinde yeri var. İnsan bazı zaman farklı görünüp şahsiyetini göstermek isterken bazı zamanlarda yalnız kalmanın sıkıntısından kurtulmak için cemiyete akmayı tercih etmekte.

Siyasetin kaynar kazan gibi fokurdadığı bu demlerde aklıma bir anda Kara Salim geldi. Kara Salim kim mi? insan içine çıkmayan, evi, tarlası ve bahçesi arasında mekik dokuyan, sohbetinde bulunmadığım, uzaktan bakılınca kendi halinde çalışan yurdum, daha doğrusu köyüm insanı. Kara Salim’in ben yaşlarında bir oğlu vardı, adı (.......) Yatılı okulu tutturup İstanbul’da okuyan biri. 80’li yıllarda köy okulunda okuyup da yatılı okulları tutturmak oldukça başarı isteyen bir durumdu. Kara Salim’in oğlu ile lise hayatı boyunca köyde hiç oynayıp sohbet etmişliğimiz olmadı. O da babası gibi ev, tarla ve bahçe arasında mekik dokuyanlardandı da ondan herhalde. Halbuki köyde insan insanla muhakkak şurada burada karşılaşır, denk gelirdi. Köyde her insan her insanı tanır, her insanın her insanda gerek kelam gerekse selamla tesiri olurdu. Her insanın her insanda muhakkak bir izi vardı. Ankara’da sokaktan binlerce insan geçiyor, hiçbir insanın tesirinde kalamıyorsun hiçbir insana tesirin dokunamıyor. Ankara'da kendimi kalabalıklar içinde dipsiz kuyuya düşmüş gibi hissederdim. İnsanın var olmak arzusu tesir edilmek ve tesir etmekle canlanır. Şehrimizi her yönüyle bu anlayış doğrultusunda yeniden inşa etmeliyiz. İnsanları bu şekilde var kılmalıyız. İnsanların ruhlarını diri ve canlı tutmalıyız.

Neyse, Kara Salim’in oğlu ile ben de köyden bir üniversiteli olunca ister istemez tanıştık. Köyün okuyanları, üniversitelileriyiz ya büyükler bizden akıl alıyor; bizimle konuşurken bambaşka bir havaya bürünüyorlardı. O zaman üniversiteli olmak oldukça maharet istiyordu. Hele köy yerinde üniversiteli olmak daha bir seçilmişlikti. O zaman, şimdiki gibi Anadolu’nun her köşesinde, her liselinin azıcık soru cevaplayıp elini kolunu sallayarak girebileceği üniversiteler yoktu. Hepi topu 17 üniversite vardı. Öyle herkes girip okuyamıyordu. Dediğim gibi büyüklerin bizle muhatap olması bile çok farklıydı. Evlenme yaşında kızı olanların bizlere bakışı ve bizlerle muhataplığı bambaşkaydı. Hiç kınamıyorum benim de şimdi evlenecek yaşta bir kızım ve bir oğlum var. Elbette iyi bir genç ve dünür talip olsun isterim. Hanımla şu genç kızımıza talip olsa yahut şu kızı mı yoksa bu kızı mı gelin olarak alsak diye konuşmaktan geri kalmıyoruz. Yaşı yaşımıza denk arkadaşlarımızın dede olması bizi de cezbediyor. Ölmeden dedelik duygusunu tatmayı ve torun-dede ilişkisini merak etmiyor değilim. Her neyse yine nerden nereye geldik. Ne yapayım içimde sohbet etmenin derin bir arzusu var. Bu halimi söyleyince Bahattin ihtiyarlamışsın diyorlar. İçim cız ediyor. Doğru hatıralar ihtiyarların bastonudur ya, ben de bu sıralar bol bol hatıralarımı paylaşmaktan kendimi alamıyorum.

Kara Salim’le ilk defa ekinlerin biçildiği yani köyümüze biçerlerin geldiği zamanlarda yan yana geldik. O zaman, uzaktan izlediğim adamın nihayet konuşmasını işittim, haline tanıklık ettim. Keşke etmez olaydım. Uzaktan gördüğüm adamı meçhullüğü içinde merak edip, onunla ilgili insan tahlilleri yaparken, ona çok farklı bir ruh kisvesi biçerken, Kara Salim bir anda gözümde hiçleşti. Niye mi? Biçer zamanında tarlasına sıra gelen insan tarlasını biçtirir ve buğdayını yükleyip gider. Tarlasına sıra gelecek insanlar içinde Kara Salim, Ali öğretmen ve biçer peşinde giden biz traktör sahipleri de var. Öğle vakti, yemek yenecek, sofra kuruldu, haliyle sofraya Kara Salim ve Ali öğretmeni de davet ettik. Zaten köyün bir güzelliği de budur. Kim yer içerse, yediğini içtiğini görenleri sofrasına davet etmeyi vazife addeder. Bu durum da muhabbete vesile olur. Sofra kalktı, önce Ali öğretmenin daha sonra da Kara Salim’in tarlası biçildi. Ali öğretmen yükünü traktörle alıp gidince Kara Salim herkese seslenerek şöyle dedi Ali öğretmeni kastederek: “Baba yesin, ben öğretmen olacam gelip tarlada diz çöküp yemek yiyecem, hiç olacak iş mi?” Anlaşılan, Kara Salim’e göre okumuş kişiler, makam ve mevki sahibi kişiler halkın içine girmemeli, onlar gibi gözükmekten içtinâp etmeliydi. Halka tepeden bakmalıydı.

Aynı yıl, tarlalar biçildi, Kara Salim’in oğlu ile diğer arkadaşlar köyün yanında harmanda yürüyüp sohbet ediyoruz. Kara Salim traktörle, hayvanlarının tüm kış boyunca yiyeceği samanı yüklemekle meşgul. Bu işi yapmak zordur ve yardımlaşarak yapılır. Belli bir yaşa gelmiş olan Kara Salim güneşin kavurucu sıcağında tere batmış toz toprak içinde çalışırken kocaman üniversiteli oğlu oldukça güzel giyimiyle bizimle dolaşıyordu. Öyle garibime gitti ki, Kara Salim’in (artık çok da samimi olduğum oğluna) “Sen ne yapıyorsun? Baban çalışırken sen bizle geziyorsun. Yazık değil mi babana? Sana böyle yapmak yakışır mı?” dediğimde Kara Salim’in oğlu ne dedi bilir misiniz? Ölür müsün, öldürür müsün? “Babam, sen üniversitelisin, bu işte çalışmak sana yakışmaz.” dedi. Bende, tarladaki şaşkınlık ve öfke halinden daha yoğun bir duygu hali. Tamam, Kara Salim tarlada düşündüğüne uygun hareket ediyor; fakat oğlu bu fikre nasıl teslim oluyor ve bu garabeti nasıl içine sindirip kabulleniyor? Niçin babasına yardım etmiyor?

Evet, siyaset dünyamız, üst ve alt makamda bulunan birçok bürokratımız, Kara Salim tavırlı babaların yetiştirdiği evlatlar ile dolu. Kara Salim gibi sistem tarafından itilen, adam yerine konmayan insanlar, zeki çocuklarını makam ve mevkide görmenin hazzıyla Anadolu insanına tepeden bakacak evlatlar yetiştirdi. Ve sistemin bunları gören şeytanî sahipleri, devşirmeden daha beter bu zihniyete sahip insanları tesbit edip kullanarak başımıza dikmekte, bizleri bizden birileri yönetiyor havası vermekte… Bu zamana kadar böyle gelmiş, böyle gidiyor. Süleyman Demirel’i, Turgut Özal’ı Abdullah Gül’ü, Ali Babacan’ı ve daha niceleri… Anadolu’nun bir yerlerinden gelip siyaset ve devlet kademelerinde yükselen, yükseldikçe alçalan şahsiyetsizleri gördükçe aklıma Kara Salim ve oğlu geliyor.

Rabbim bizi Kara Salim ve oğlu gibi zihniyete sahip insanlardan korusun.

Baran Dergisi 729.Sayı