Tercüman Gazetesi vardı bir zamanlar. Kemal Ilıcak’a ait. Gazete kadrosunda kimler yoktu ki. Posta Gazetesi’nde yazmakta olan şimdi eski şöhreti bulunmayan Rauf Tamer, Üstad Necip “Sultanü'ş-Şuara” unvanını layık gören Türk Edebiyat Dergisi’nin sahibi Ahmet Kabaklı, Ergün Göze, İlhan Bardakçı ve diğerleri.

Gazetenin spor sayfası oldukça zengindi. Henüz başlı başına spor gazetelerinin olmadığı o dönemde spor hastası ve meraklısı olanlar ya Milliyet yahut Tercüman Gazetesi’ni alıp okurlardı.

Bu gazete 12 Eylül öncesinin cafcaflı zamanlarında kendisini sağın kalesi ve savunucusu olarak görürdü. Ne günlerdi o günler. Sokaklar bölünmüş, kimini sağ kimini sol kesim parsellemişti. Gözler ve yürekler hep tetikteydi. Sabah evinden çıkanın akşama evine sağ salim, yarasız beresiz geleceği meçhuldü. Her an her yerde insanların önü kesilip sorguya çekilebilirdi. Sorgu neticesinde yeterli ve istenen cevaplar verilmezse başa kötü şeyler gelebilirdi. Yozgat Sorgunluyum. Memlekete ait nakliyat işi yapan kamyonların plakası 66’dan 6’ya döndürülüyordu. Niye? Çünkü Yozgat MHP’nin oy aldığı yani solculara göre faşistlerin kalesiydi. Faşistlere hiçbir yerde hayat hakkı tanınmamalıydı. Sorsan gariban şoförlere “faşizm nedir?” diye inanın hepsi bön bön bakar durur, hiçbir cevap veremezlerdi.

Mahallemde çok iyi bir abi ODTÜ’ye gidip gelemezdi. Öğrenim hayatı durmuştu zavallı annesi Neriman Teyze gözyaşları içinde hadiselerin sona ermesi için her gün dua ediyordu. Oğlunu ölümle tehdit etmişlerdi. Oğlunun başına kötü bir şey gelsin istemiyordu. Oysa Özcan Abinin siyasetle şunla bunla zerre alakası yoktu. Onlardan değilsen yok olmaya mahkumdun. Solcu yoldaşların, demokratik ve parasız üniversite diye bas bas bağırarak eylem yapanların üniversitelerde kendi dışlarında hiçbir görüşe tahammülleri yoktu. Bu ne tutarsızlık ve hamakat örneği idi. Yoldaş! “Üniversitelere komünistten başkası giremez” desen de eylem yapsan emin ol nezdimde hiç olmazsa komik duruma düşmezdin. Yoldaş! “Halkların kardeşliği” deyip de kendi halkından öldürmeye başlamasan inan sana bu kadar garip bakmazdım. Niçin senin dünyanda yer etmemiş, sana ait olmayan kavramların arkasına sığınır durursun. Anlamaya çalışıyorum anlamıyorum, sağdan bakıyorum soldan bakıyorum senin adına bir çıkış bulamıyorum. Tutarsızlık ve savunduğu fikrin ıstırabını duymamak beni her zaman deli ediyor.

Etki tepki meselesi… Fikirden ziyade yumrukların konuşulduğu, eylem için eylemin yapıldığı bir ortamda, ülkücüler de güçlü oldukları üniversitelerde solcular ile aynı harekette bulunuyorlardı. Kısasa kısas. Sen bana; ben sana. “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur, Araplar bizi arkadan vurdu” diyen şeriatsız İslam’ı kabul eden, Orta Asya zamanını kutsayan sahte ülkücüler görmüyorlar mıydı? (Benim için gerçek ülkücü Türk İslam Ülküsü kitabını yazan Ahmet Arvasi ve o çizgide olan insanlardır ve onlara gönül dünyama da bir yer vardır)

Sağ ve sol çatışması yapan bu vatanın evlatları değiller miydi? Sol ve sağ kesimde bulunan insanların çoğu Türkler değil miydi? Bugün aileler parça parça baba-oğul, baba-anne, baba-kız, anne-kız, anne-oğul birbirini yemiyor mu? Hangi değerimiz kaldı? “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur”muş. Bırakacaksın bu içi boş ırkçılık kokan lafları. Mânâ olmazsa, insanları birbirine perçinleyici ahlâk bulunmazsa tespih taneleri gibi dökülür gidersin. Sahi “milliyetçiyim” diyorsun. Hukuktan ticarete, kılık kıyafetten, yönetim biçimine kadar neyin millî. İdealleştirdiğin Orta Asya’dan hangi millî şeyleri getirip bu millete yaşatıyorsun? Dedim ya fikir fikir fikir... Ahlâkı merkeze alan fikir. Fikir denince yüzüne sigara dumanı üflenmiş kedi gibi kaçıyorsun.

O dönemlerde hep kötü şeyler mi vardı? Yoo! Mesela sevdalı gençlerin dudaklarından Ferdi Abi ve Orhan Baba’nın nağmeleri dökülüyordu. Hangisinin off çekmesi daha iyi diye tartışılıp durulurdu. Gençler onların şarkılarındaki oflarla karşıki dağları yıkar dururdu. Kamyonların arkasına bu iki arabeskçinin şarkı sözlerinden bir kesit yazılırdı. “Hatasız kul olmaz” ve “Merak etme sen” gibi. Şimdiki gibi birkaç hareketli ritimle nağmesi olmayan şarkılar söyleyen popçu tipler yoktu henüz. Gülşen gibi LGBT bayrağı açan, çıplaklığı ile seyirci karşısına çıkan soysuzlar bulunmuyordu. Ferdi Abi ve Orhan Baba’yı dinleyenlerin sevdaları ve duyguları şimdiki sivilceli aşklar gibi değildi. Daha bir rafine, daha bir saftı. Yeşilçam’ın artist bozuntularını bu sanatkârların çevirmiş oldukları filmlerin hasılat rekoru kırması deli ederdi. Ne yapsın Anadolu insanı? Bu insanların şarkılarında bir nebze teselli arayıp teselli buluyorlardı. Bu sanatçıların şarkılarını oturdukları gecekondular ve kerpiç yapılı toprak kokan evlerde sığınacakları bir liman olarak görüyorlardı. Evlerinde, binitlerinde sevdikleri bu sanatçıların posterleri asılıyordu. Hey gidi günler! Çocukluğumun, gençliğimin günleri. Sokak vardı, mahalle vardı. Ninem, dedem, yengem, dayım, amcam vardı. Toz, toprak arkadaşlık vardı. Pınara helkeyle suya giden, tarlada alnını güneşe verip çapa yapan yemenili kız vardı. Bu kızların kalp içine nişanlı oldukları gençlerin ismini yazıp işledikleri mendilleri vardı. Ve bu mendilleri ceplerinde muska gibi saklayan delikanlı delikanlılar vardı. Toy delikanlı, aklı uçmuş delikanlı daha ne arasın ki? Anlayacağınız çok şey vardı.

Evet, o dönemler şehirler, şehirlerde mahalleler ve sokaklar bölünmüş. Sağ ve sol örgütlerin burası benim hakimiyet alanım dedikleri yerlerde duvarlar yazılarla çirkinleşmişti. Biraz estetik ve vicdan ehli olanlar bütün bunları görse tiksinirdi. İnsanları gönülden fethetmenin telkini bir dille konuşmanın zamanı değildi.

Hızlı zamanlardı velhasıl. Dışarda kimi uzaya kimi başka yere giderken bizdeki insanlar ya sağa yahut sola gidiyor ve gitmeye zorlanıyordu. Hızlı zamandı. Durup da bir dinleneyim, dinlenirken düşüneyim diyen olmuyor, olamıyordu. Afrika’da doğmuş bir ceylan gibiydin, avlanmamak için hep hızlı koşmalıydın. Türk’ün Türk’e, Kürd’ün Kürd’e, Türk’ün Kürd’e, Kürd’ün Türk’e sağ ve sol kavramlarıyla hasım olup birbirlerini öldürdükleri zamanlardı. Bu insanlar Selçuklu’dan itibaren, Osmanlı’dan beri faşist ve komünist, sağ ve sol diye asla birbirlerinden ayrılmamışlardı. İlerici-gerici diye birbirlerini aşağılayıcı ve kendini diğerinden üstün tutucu ifadelerde bulunmamışlardı. Bu insanlar “komünistler Moskova’ya” “gericiler ve faşistler dışarı” diye birbirlerini yüzyıllarca ötekileştirmemişti. Bu insanlar evlerine geleni Tanrı misafiri olarak görürdü. Evinde pişirdiği aşı, yemeği komşusuyla paylaşırdı. Elinde bir şey varsa teberrüken “alır mısın?” diye yanındakiyle bölüşürdü. Alman işi olsun diye hesabı bölüşmezler ben ödeyim, yok ben ödeyim diye saatlerce birbirleriyle tartışırlardı. Dışardan bakan bir yabancı bu tartışmayı görse bu insanlar kavga ediyor zannederdi. Bu insanlar yolda giderken oturup yemek yiyene “afiyet olsun” derlerdi. Oturup yemek yiyenler de “buyur kardeş beraber olsun” der, daveti kabul etmeyenlere gönül kırarlardı. Bütün bunlar reddi mirasta bulunan kemalist, laik ve çağdaş cumhuriyette meydana geliyordu. Bu insanların kucağına, Batı’dan gelen kavramlar gibi bölücü bir zehir hiçbir zaman atılmamıştı.

Velhasıl mânâ, birlik ve beraberlik doğurucu İslâm kardeşliği olmayınca Türk Türk’ün, Kürt Kürt’ün düşmanı kesilmişti. Anadolu diyarı velhasıl buz kesilmişti. Hâkim zihniyetin millî olanı, şu kadar yabancı kadını ayarttı diye millî çapkın Süha Özgermi’si ve kumara vesile millî piyangosuydu. En çok oynanan ve gişe hasılatı yapan oyunlarından biri “Lüküs Hayat”tı. Herkes lüks hayat düşkünü ve gösteriş budalası olma eğilimine girmişti. Oysa bu toplum asırlarca her şeyi gizli yapmayı, iyiliği hakkın görmesi yeter demeyi bilirdi. Başkasının nefsi çekmesin diye dışarda başkasının karşısında yemezdi. Bize ne oldu? Bu sorunun cevabı da, vaziyetimizin çaresi de aşikâr…

Aylık Baran Dergisi 5. Sayı

Temmuz 2022