İslâm dünyası olarak biz de “karanlık kıta”nın tarihinden ve kültüründen payımıza düşeni fazlasıyla aldık... Uzun süre boyunca dayatılan Batılı kültür, ruhlarda hiçbir istinad noktası bırakmayacak biçimde kendi duygularını üretti, kendi dünyasını yarattı… Bu kültüre uygun düşünce kalıpları ve davranış alışkanlıkları edindik… Batılı gibi davranmaya ve davrandığımız gibi hissetmeye başladık, kendisi yenilendikçe duygularımızı da kendi içinde yenileyen imanımız zayıfladıkça, bir bütün olan âlemle de bağımız koptu, kendi hazinemizin dilencisi konumuna düştük, sürüleştik. Artık tek başımıza doğru yolda yürümektense, modern kültürün biçimsiz yığınlara dönüştürdüğü kalabalıklarla birlikte yanlış yolda yürümek, hayatı yaşayarak öğrenmek yerine, ölü kabukları itibariyle tanımak daha çok işimize geliyor! 

Çareyi hala vahşiler sürüsünün barınağı, her türlü kötülüğün kaynağı, basit ve devşirme ruhların sığınağı, yozlaşmış ve soysuzlaşmış bir kültürde arıyoruz. Oysa bir bütün olan âlemi düşünce yoluyla birlik ve bütünlük içinde kavrayabilmemiz, âlemdeki düzen ve âhengin bozulmaması, kalıcı olabilmesi için, insanın da bütünün arayışı içinde olması ve bütünün düzeni için bir çaba sarf etmesi gerekir. Böyle bir çaba içinde olmayan ve teknik oyuncaklarını fazla ciddiye alan insan değersizdir. Yaşanmaya değer hayatın arayışı içinde olmak yerine kendi yaşanmaya değerini icad ederek yaşar. Balık hafızalıdır, aklın tutuculuğundan kurtulamadığı için yolunu aydınlatacak bilgi hafızasında yer etmez, aklı Kadir-i Mutlak kabul edip tabiata tapınır. 

Her şeye nüfûz edip hayat veren, tüm akıl ve bilgiyi içinde barındıran tecelli nurunu kabule istidadı yoktur; inancın gıdası olan formları tanıyamaz, onlardan bir heyecan ve temaşa zevki duyamaz. Zira bu formu kazanabilmek, bu vizyona sahip olabilmek için inancın hayata dâhil olması, ruhî hayatımızdaki dönüşüme, şuur seviyemizdeki değişimin karşılık vermesi, yani inancın eyleme dönüşmesi gerekir. Çünkü, “insanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece “iman ettik” demekle bırakılıvereceklerini mi sandılar” ölçüsünde de işaret edildiği gibi, inanç yalnızca inandım demekle olan-biten bir şey değildir; hakikate duyulan aşktır; ilgiyi, istemeyi ve amel etmeyi gerektirir, bu ruh hali de her türlü şüpheyi şuurdan uzak tutar, itikadı güçlendirir, itikad tam olduğu zaman da itiraza mahal kalmaz. 

Dolayısıyla mutlak olan ve unutulmaması gereken bir şey varsa o da şu: Mutlak Fikir’den hareketle kurulacak bir devleti, ancak üstün bir yaradılışa sahip fertlerin kurabileceği ve yaşatabileceği gerçeğidir.  

Mevlüt Koç 

Makalenin tamamı için TIKLA