“Şey”lere değerini veren, onları has, hususi yapan bir kıymetin olduğu yerde kapitalizmin yaşama şansı yok. Bu sebeple özel olanı sıradanlaştırıp, tanınmaz hale getirip kendi malı kılıyor. Kendi malı kıldığını olumlarken, orijinal olanı insanların gözünde değersizleştiriyor.

Camii, hamamı, fırını, sokağı, imamı, kabadayısı, delisi ve en küçüğünden en büyüğüne kadar her biri eşsiz bir zevkin eseri evleri ve eşyalarıyla bir Osmanlı mahallesi düşünün. Böyle bir yerde kapitalizmin yaşama şansı bulması mümkün mü? Bulamayacağı için şahsiyetli olan, özel olan, güzel olan her şeyi silip süpürecek, değiştirecek, dönüştürecek bu güzelim yeri sevimsiz, zevksiz, kişiliksiz plâstik ürünler ve birbirini tekrarlayan beton yığını apartmanlarıyla yaşanmaz hale getirecektir ki, hayatiyet bulabilsin.

Bu hâl bir şahsiyet ve üslûp meselesi olduğu kadar, kapitalizmin hayata bakışı ile de birebir alâkalı bir mesele. Tolstoy, hayata bakışta üç yolun olduğunu, bunun dışında başka açıdan hayatı görmemizin mümkün olmadığını söyler: “ Birincisi, bireysel ya da hayvanî hayat görüşü. İkincisi, toplumsal ya da putperest hayat görüşü. Üçüncüsü, evrensel ya da İlahî hayat görüşü.” İlk ikisi, bazen tek başına bazen de birbirinin içine geçerek, Batı Sistemi’ nin bugüne kadar hayata bakış açısı oldu. Gerçeği yalanın içinden yansıtmayı (perspektifle yaptığı budur) ilke edinmiş bu sisteme göre üçüncü bakış miadını doldurmuş, bilimin ve uygarlığın ışığı altında kaybolmaktan başka çaresi yoktur.)  Tolstoy’ un bu tespitinin daha güzelini Muhiddînî Arabî Hazretleri işaretler: “ Allah, alemi Kûn ( ol) emri ile yarattı. Ona biri baktı, Kemaliyet tamlık Kâf ’ ını ve marifet Nun’ unun Nur’ unu müşahade etti. Bir başkası da Kâf ’ı küfür, Nun’ u da nekre.. inkar yabancılık manasında gördü, kâfirlerden oldu.” Kapitalizmin hayata bakışı  Muhiddînî Arabî Hazretleri’ nin işaret ettiği bu ikinci bakıştır ki onun da dünyayı ne hale getirdiği ortada.

Kendi çelişki ve problemlerini herkesin sorunuymuş gibi dünyanın üzerine boca ediyor. Bunun faturasını da çelişkisini perdelemek saikiyle sistemin dışında kalanlara çıkartıyor. Çok üretmemiz gerektiğini zira kalkınmanın, ilerlemenin üretimden geçtiğini söylüyor. Ama niye bu kadar çok üretmemiz gerektiğinin tutarlı bir izahı yok. Çok üretmemiz gerek derken, bir taraftan hisse senedi piyasasını, borsacılığı körüklüyor. Üretim ne kadar artarsa artsın, açlıktan, yoksulluktan ölen insan sayısı da o nispette artıyor. Tabiatı korumak, doğaya dönmek herkesin dilinde pelesenk ama tabiat artık kendini koruyor, dönülecek doğa da kalmadı. Tarımla, köylü nüfusu ile kalkınamayacağımız, kentlileşmemiz gerektiği hep vurgulanıyor fakat şehirler yaşanır olmaktan çıktı. İletişim, ulaşım imkanları had safhada, ne yazık ki gizlilik diye bir şey kalmadığı için, insanlar on saniyede iletebileceği bilgi deşifre olmasın diye 10.000 km. yol katetmek zorunda. Sürekli özendirilen kaba hazcılık insanlara gösterilen tek hedef. Postmodernizm eseri mimari insanî olmaktan çok uzak. Buralarda barınabilmek, yaşayabilmek için uzuvlarımız yetersiz. Bize ek uzuvlar gerekecek.

Marx, aslî fıtratını kaybeden insanın düştüğü bu acıklı hâli güzel bir tespitle sergiler: “ Gerçi yemek, içmek, üremek gibi eylemler de gerçekten insanî ihtiyaçlardır. Ama onları insanoğlunun öteki eylemlerinden ayıran ve tek gaye yapan soyutlama içerisinde hayvanî niteliğe bürünürler.”

Kapitalizm, mülk sahibini mülkünden, zanaatkârın iş zevkini işten kopardı. Mülk sahibi, iş dünyasındaki bürokrasi ve yönetici kadronun elinde kukla. Halkın ihtiyaç ve estetik zevkinin temsilcisi zanaatkârın şahsiyetini, iş zevkini yok etti. İyi, doğru, güzel yerine; kötü, yanlış ve çirkini teksir etti. İnsanlar, O’nun belirlediği mesleklerde, düzenlediği mekanlarda çalışmak zorunda bırakıldı.

Peki, bu şaşkın ve azgın zulüm sistemi nasıl ayakta kalabiliyor? Marx’ a göre: “ Kendisinden önceki zenginliklerden farklı yönüyle, yani kutsallarının olmaması, olsa bile bunların yıkılabilir nitelikte olması, üretme ve çoğaltmayla.”

Kapitalizm, çoğaltma ve nesnenin aşırı kullanımı sonucunda kendi kaynaklarını kuruttu. Artık eskinin üslûp sahibi insanları yetişmiyor. Yeni bir üslûbun olmadığı yerde, ölü bir dilin içinden konuşmak, klasik dönemin eserlerini taklit ve maskelerin arkasına sığınmak uzun zamandır uyguladığı tek metod. Sanatta, siyasette, edebiyatta v.b. alanlarda sonculuğu yaşıyor.

Baran Dergisi 1. Sayı