Ferd yahut bir toplumdaki çeşitli sosyal grupların, sınıfların sahip olduğu mânâ, kıymet ve kurallar bütünü, onların ideolojik kültürünü oluşturur. Ferd ya da ferdlerin demeti olan toplumu oluşturan çeşitli sosyal gruplar bir kültür olgusuna ancak onun ideolojik biçimi içinde sahip olabilirler. İdeolojilerini uygulamaya geçirmeleri, buna uygun tutum ve davranışalışkanlıkları edinmeleri onların amelî kültürünü meydana getirir. İdeolojiler onlara ifade imkânı sunan formlar vasıtasıyla tahakkuk edince, kültürel olgular da “maddi” biçimiyle tezâhür eder.

Dolayısıyla, “varlığın” ve “bilgi”nin ilk prensiplerine yönelen bir kültür olgusu ya sadece ideolojik biçimiyle ya ideolojik ve amelî biçimiyle ya da ideolojik, amelî ve maddî biçimiyle tezahür edebilir. Ferd yahut toplumun toplam kültürü bu üç farklı kültür seviyesinden oluşur. Sadece ideolojik biçim kültür seviyelerinin en zayıf ve en yüzeysel olanıdır, şeyleri sadece ölü kabukları itibariyle tanıtır… Eşya ve hadiselerin teshirinde tam bir tanıma sağlamaz. İdeoloji olarak temellenmesi ve kalıcı olması için, toplumun söz konusu ideolojiye müstenid tutum ve davranış alışkanlıkları edinmesi, öz irfanın ifraz edecek kıvama ermesi, hak ve hakikat telâkkilerini maddî taşıyıcılar ve yapısal formlar üzerinden yansıtması gerekir…

Yapısal reformlar olmadan bir fikrin ideoloji olarak kök salması, yayılması mümkün değildir. Bu yapıları ortaya koyacak olanlar o fikrin elitleridir. Ortaya koydukları kültürel olgunun, kültürel olup olmadığını tespit ve tayinde etkili olacak temel öge, mânâ unsurudur. Mânâ unsuru olmadan kültürel olgular var olamaz; onun varlığı, iliştiği canlı yahut cansız tüm olguların niteliğini değiştirir… Mânâyı vakıadan kopardığınız zaman uğrunda milyonlarca müslümanın şehid düştüğü İslâm Sancağı’nın, sopaya geçirilmiş bir bez parçasından, İslâm âleminin günde beş vakit aynı istikamete yöneldiği, tavaf ettiği “mukaddes mekân”ın sıradan bir yapıdan farkı kalmaz… Şeyler, toplumsal- kültürel anlam ve değerinden sıyrılınca, şeyleri o şey yapan sır da içlerinden düşer, güçlerini, itibarlarını, fonksiyonlarını yitirir; sıradanlaşırlar.

Hayat sıfatıyla ve farklı suretler yaratan dâimî bir devinimle hayat bulan sûretler âleminde, hayat biyolojik hayatın ötesine geçip, “kalbin hakikatinde bitişik ve toplu iki zıt kutuptan; ruh ve nefs”ten ruha yöneldiğinde, ruhî bir etkinlik de şuurlu bir etkinlik hâline gelip bizim olduğunda, “kalb hakikatinin biri inkâra, diğeri de imâna açık iki fakültesinden birinden birinde kutuplaşma”, hak ve hakikat telâkkilerine göre bir iç çatışma ortaya çıkar. İrfanî tekâmülün tamamını bu kutuplaşmanın ve çatışmanın ortaya çıkması, çözüme kavuşması ve tekrar ortaya çıkması oluşturur. Hâkim konuma gelen kültür tipi o kültürün iç hayatında belirleyici olur. İç hayatı, ruh dünyası da o kültürün bilimi, teorileri ve sanatının tüm dallarında belirleyici hâle gelir. Mefkûreci bir kültürde idealistik, maddeci bir kültürde materyalist, devşirme bir kültürde eklektik teori ve düşünceler hâkimdir. Hayatın ibdaî devinimi, hayatın hakikatinin farklı derecelerdeki sıfat ve tavırlarına ifade imkânı sunan bir takım formlar üretir. Bunların keyfiyetinde belirleyici olan da, yine hâkim kültür tipidir. Bunlar, kendi kendine yettiği, kalıcı ve zamandan bağımsız olduğu iddiasıyla ortaya çıkan formlardır.

Ancak, “kesintisiz hayat ruhî hayattadır.” Ve ruhî bir etkinliğin bize ait olması için, onun şuurlu bir etkinlik olması gerekir. Oysa, hayatın kesintisiz akışını içlerine alıp ona biçim ve muhteva, ufuk ve düzen kazandırma arayışındaki bu formlar, sınırlı tecrübe ve müşahede verilerinden elde edilen bilgiye dayalı formlardır… Kendilerine hayatiyet kazandıracak ruhî dinamikten ve yaratıcı kudretten mahrumdurlar. Çağımızda yaygın bir kullanım alanı bulan yapılar: Anayasalar, yasalar, bilim, teknoloji ve sanat eserleri de aynı mâhiyettedirler… İlk ortaya çıktıklarında hayatla uyum içinde oldukları yönünde bir intiba verseler de, zamanla sabitleşip katılaşmaları, kesintisiz akış içindeki hayatı kuşatamaz hâle gelmeleri kaçınılmazdır… Bütün şuuru yoksa, stil ve materyal işlenme tarzının ifadesi olan formdan da bahsedemeyiz.

Dış dünyanın bilimsel bilgisine dayanan, bütün şuuru olmadan parça parça ve ayrı ayrı yollardan elde edilen hakikatlerin zihnî inşaıyla, hayatı çok yönlülüğü içinde kuşatabileceğine, mutlak prensipleri elde edebileceğine inanan; fikrin ispatı için gerekli model şartından mahrum bu yapılar yetersiz, kutsal olmayan alanın nitelikleri üzerine ahlâk kurma niyet ve gayretleri geçersizdir. Temel yahut dayanak noktası olarak da, yol gösterici ve denetleyici olarak da işe yaramazlar. Söylem olarak ahlâka gönderme yapsalar da, korudukları, kolladıkları hukuk sistemi, hukukun üstünlüğü değil, mülkünü iktidara dönüştüren ve bunu dayatma yetkisi olarak kullanan üstünlerin hukukudur. 

Bu sebeple, “İnsan düşüncesinin ‘Mutlak İdeal Değerler’ ölçülerinin denetimi dışındaki ‘ideal değerler’ arayışı anlamsızdır.” Hayatı düzenleyecek olan kurallar bilime değil, dine aittirler… Bir kültürün yükselebileceği en üst mertebe dindir… “Allah indinde din İslâm’dır.” “Her devlet temelde doğuşunu “din-ü devlet” kavramının çerçevelediği mâna içinde bulur…” Bu ifade aynı zamanda ilâhiyatı olmayan siyaset olamayacağının da bir ifadesidir… Kutsal olmayan alanın düzenlenebilmesi için yine kutsalın içinden konuşmanın, meşruiyetini Tanrı’da bulmayan siyasî iktidar düşüncesine kutsal bir kaynak bulmanın gerekliliğini işaret eder. Nitekim, çağımızda yaygın kullanım alanı bulan “modern krallık”lar; insanın kendi değerlerini kendisinin yaratabileceğine olan inancın, Marksizm ve sosyalizmde; sınıfsız bir toplum idealine duyulan inancın, modern çağa has yorumlanış ve uygulanış biçimleridir… Her ikisi de özü itibariyle “aynı madalyon”un; maddeciliğin iki karanlık yüzüdür. 

Materyalist bir mizaca sahip, sadece maddenin harekete geçirdiği insan basiretsizdir. Basiretsizliği yüzünden iç dünyası düzensiz ve karanlıktır. “İlmi cehlini alsa da ahmaklığını almaz.” Materyalist bir algı düzeyinde karar kılmıştır. İlmi, şeylerin içyüzünü görmez. Gönül gözüyle göremediği şeyleri gözün görüşüyle görmek ister. Bu sebeple de, aklın ve temaşanın gölgesi hükmündeki eyleme yönelir. Eşyanın hakikatini eşyanın görünen dışyüzünde arar. Bu hâl, eşyanın hükümlerini hakikat olarak algılayan, idrak gücü zayıflamışbir aklın hâlidir ve fiilleri müşahedenin ilk basamağıdır. Bu safhada kalan akıl “bağ”dır, İlâhî sırların idraki hususunda yetersizdir. Bilgisi sıradan, bilgisinin sezgisinde imâna aykırı bir durum söz konusudur. Oysa, bütün ilimlerin tek gayesi Allah’ı “birlemek”tir. Birliğe açılan tüm yollar ruh semasından geçer… Ruhun ilminde tertib yoktur. Ruh ilimlerden birine yönelince, her şey tüm çıplaklığıyla ruha mâlum olur…

Ruh ve mânâ ne kadar latif, zarif ve nuraniyse, madde o kadar kaba, karanlık ve zulmânîdir. “Zevken idrak” yoluyla elde ettiğimiz bilginin sezgisi ne kadar imâna özgüyse, sıradan bilginin sezgisi o kadar imâna aykırıdır. Dolayısıyla, eşyanın üzerindeki sır perdesini aralayacak ve bizi eşyanın hakikatiyle yüzyüze getirecek bilginin, Hakk’tan bir olarak çıkan ve âlemin suretlerinde çoğalırken bilinene de bilinenin üzerinde bulunduğu hâle göre ilişen bilgiden kaynaklanması zaruridir. Böyle bir bilgi ancak önce âlemi tanımakla mümkündür. Eşyaya dair bilgimiz ne kadar imâna özgü, derin ve zengin, Hakk’a olan sevgimiz ne kadar yüceyse, eşyadan ödünç aldığımız suretler aracılığıyla Hakk’ı “halk”ta tanıma, eşyanın Hakk’ın hangi İlâhî isim ve sıfatlarının hükmü altında olduğunu görme istidadımız da o nisbette büyük olacaktır. 

“Mutlak Fikirin Gerekliliği”, “Bütün Fikirin Gerekliliği” üzerinden yürürsek; Mutlak Fikir çağlar üstüdür ve Mutlak Hakikattir… Kendisini gerçek kılacak bir gerçekliğe ihtiyacı yoktur. “Olan”ı “olması gereken”le sonsuza dek kesiştirecek olan düşüncenin sahih merkezi de yine Mutlak Fikir’dir. Mutlak Fikir’in hayata tatbiki işinde gerekli olan “bütüncül yapı”, bir bütün olan âlemi birlik ve bütünlüğü içinde kavramamızı, bütün bir dünyanın karşısında bütün bir insan olarak durmamızı sağlayacak olan ruh ve sistemdir ki, çağımızda en basit, en sade işleri ve günlük hayat alışkanlıklarını dahi bir üslûp ve nizâmın tasarrufuna alabilecek tek dil ve diyalektik; “BÜYÜK DOĞU-İBDA DÜNYA GÖRÜŞÜ’dür.” Çağımızda yaygın bir kullanım alanı bulan, Mutlak Hakikat Kutbu’yla hiçbir bağı olmayan yapılarınsa bütüncüllük iddiaları boştur… “Yamalı bohça” misâli, birbiriyle alâkasız mütehavvil vakıaları bir araya getirip, bunun bütüncül olduğunu iddia etmek, ancak hesapsız, hizasız, türedi düşünce madrabazlarına has felsefi bir “ayrıcalık”tır…

Fikrin geçerliliği için gerekli “model şartı”ndan mahrum, bütün şuuru olmadan parça parça ve ayrı ayrı yollardan elde edilen hakikatlerin zihnî inşaıyla, kesintisiz hayatı içlerine alıp ona ruh ve mânâ, üslûp ve nizam kazandırma arayışındaki bu yapılar, canlı bir sistemi anlamsız bir biçimde kadavraya dönüştüren yapılardır… Her an yeni bir tecelli ile varolan hayatı kuşatmaları, ona ifade ve gerçekleşme imkânı sunan ideal bir form giydirmeleri mümkün değildir… Hayat, tıkıştırıldığı bu ufacık ve daracık “kablar”dan her seferinde taşacak, kendini yeni formlar içinde ifadeye geçecektir… Hayat kendini ancak bu şekilde bir vâkıa olarak gösterebilir. Dolayısıyla, statik her form hayat için “bağ”dır… Her seferinde sınırlanmayı reddedecek, kendisini tahdit ile bir esasa bağlayan sabit her forma isyan edecektir.

İnsanlık, muhtemelen tarihinin en koyu bunalım döneminde. Bunalımın kaynağı da kendi dışındaki tüm kültürleri yok olma tehdidi ve tehlikesiyle yüzyüze bırakan, kendisi de koyu bir bunalımın içinde olan, “aslî prensipleri” itibariyle “kötü” ve kötüyü teksir etmeye doymayan Batı Medeniyeti’dir. Yanlışın öz tekâmülü neticesinde iş o raddeye vardı ki, yanlış “kendi doğruları”nı doğura doğura, yalan dünya düzeni hâline geldi. Sistem sağlıksız bir biçimde gelişip yayıldıkça ve karmaşıklaştıkça da, geri dönüş-vazgeçiş imkânsız hâle geldi. “Karşılarındakinin hatasını göstermekten başka bir tek doğru ortaya koyamayan sistemler”in, insan ve toplum meselelerinin hâlli yolunda hiçbir derde deva olmadıkları çok net olarak görüldü. “Batı modeli”; çözüm yerine sorun üreten çarpık sistemdeki kültürel, ahlâkî gerileyiş, çürüyüş artarak devam ediyor. Yeni yollar, yeni metodlar arayışı içinde olsa da çöküş kaçınılmaz görünüyor.

Kendini çaresizliğin ezilmişliği içinde hisseden kitlelerin canhıraş feryadları ise, fasılasız biçimde gökkubbede uğuldamakta. Sistem dayandığı en büyük gücü; devlet ve toplum arasındaki konsensüsü yitirmek üzere. Tüm bu olumsuzluklar, insan ve toplum meselelerinin hâlli için daha derin, daha yeterli ve daha bütüncül bir yapının gerekliliğini ihtar ediyor. Bu gereklilik sadece devlet ve toplum arasındaki bozulan dengenin yeniden tesisi için değil, insanlığı tümüyle yıkıma sürükleyecek bir çağın önüne geçmek, herkesin her yerde kendini güvende hissedeceği bir çağın yolunu açmak için de gerekli. 

Tek ümid ve tek yanlılıktan kurtulmanın biricik yolu: “İnsanüstü fikrin objektifinden hâdiseye, eşyaya ve insana bakarak hayatı yorumlayacak”, ona en uygun formu giydirecek, “her idrakin aradığının mutlak içinde doğrusunu gösterecek ‘İslâm-Mutlak Fikir’ veya hiçbiri…” Yamalı bohça misâli; birbiriyle alâkasız olguları, kültür değişkenlerini bir araya getirip, bu yamalı bohçayı bütüncül bir yapı olarak sunmak hamâkattir… Düşünen şuurun kendisine şuurunun olmadığını gösterir. 

Görüş: Mevlüt Koç

Aylık Baran 5. Sayı

Temmuz 2022