Hırsız, çevresindekilerin de hırsız olmasını ister ki, böylece kendisi meşrulaşmış olur.
Kitap okuyan insan da çevresin­dekilerin öyle olmasını ister; televiz­yon seyreden veya sürekli atıştıran da aynı şekilde yanındakilerin öyle olmasını ister. Îbtidaî ve genel insan psikolojisinden bahsediyoruz. Yazı­mızın başlığını da bu açıdan değer­lendirmeli diyerek bir şerh düşelim ve her zaman ortalamanın üstünde insanlar olduğunu belirtelim.
Her ne kadar lisânen aksi söylen­se bile, hâl diliyle herkes karşı tara­fa kendini, kendi hayat tarzını daya­tır. Bunun adına ister “mahalle bas­kısı” deyin, ister “sosyal çevre bas­kısı” deyin, bu böyledir. “Komşuda var, bizde niye yok?”, “komşunun çocuğu şöyle veya böyle” vb. türün­den serzenişler de psikolojik baskı olup, tezimizin başka bir yönden is­patıdır ve bu hâlin aileler içinde ger­ginliklere yol açtığı da malumdur.
Karşımızdakini kendi seviyemiz­de görmek, kendimizi meşrulaştırıcı bir hâl olduğu gibi, seviyemizin ha­tırlatılıp küçük düşmemizi önleme amaçlıdır da. Bir misâl: İBDA’nın istediği seviyeye ulaşacağına, İBDA’yı kendi seviyesine indirmeye çalışanlara Külliyattan bir benzet­me: “Dağ düze insin ki, çıkalım. O zaman dağ kalmaz ki.”
Bilhassa aynı sosyal çevre ve tanıdıklar arasında yaşayanları, karşı­sındakini üst seviyede görmek rahat­sız eder ve ne yapıp edip o kişiyi kendi sevisine çekmek, kendi sevi­yesine indirmek ister. Yaygın bir aşağılık kompleksi.
Bu duygunun içinde kıskançlık olduğu gibi, üst seviyeye çıkama­mak yani çapsızlık da vardır; ayrıca tanımlama ihtiyacı da yatmaktadır.
İnsan, anlayamadığı-tanımlayamadığı şeyden rahatsızlık duyar ve kendi anlayışsızlığını veya seviye­sizliğini itiraf edeceğine bir şekilde karşı tarafı damgalamak ister. Karşı tarafı kendi seviyesinden idrak ede­rek (bir noktaya kadar bu husus ka­çınılmazdır ve bunun idrakında ol­mak ancak bizi kurtarır) tanımlar ve böylece de aşmış olur.
Herkes hakikati-kendi seviyesin­den idrak etmekte; fakat ideallerin ve hakikatlerin seviyesinin kendimiz­den üstün olduğunu kabul edebiliriz ve ayrıca “el elden üstündür” hesabı, kendi idrakımızdan farklı ve üstün­lerin varlığını da kabul edebiliriz.
Bu mevzuda şöyle bir parantez de açalım: Soylu insanlar aralarındaki sa­vaşları, sıradan insanlar gibi değer­lendirmek hata olur. Onları kendi se­viyemizden değerlendirmek bizi, edepsizler hayasızlar sınıfına sokar. Sahabilerin aralarındaki savaşları anlamayıp onlara dil uzatan bed­bahtlar olduğu gibi... “Asillerin di­linden ancak asiller anlar...” hikmeti ile bakmak gerekir büyükler arasındaki farklılıklara…
Devletler arasında da bu iptidaî psikolojiyi görmek mümkün.
Amerika’nın kuyruğunda kemik kapıcı, parsacı devletçikler var! Şu psikolojiye dikkat çekmek istiyo­rum:
Amerika Irak’la savaşmaktadır ve 18 milyonluk Irak’ın Direniş Or­dusu canla-başla destansı bir savaş vermektedir. Bizdeki Amerikan kuklaları ile Amerikancı ordu kana­dı ise, Irak’taki direnişi küçümse­mekte, şehid Saddam Hüseyin’e ça­mur atmaktadır. Sebebi ise şu aşağı­lık psikolojide yatmaktadır. Efendisi Amerikaya direnebileceğini göste­ren komşu, kendi uşaklığını ve çap­sızlığını ona hatırlatmaktadır ve her şeyden önce boğulması gereken, iş­galciler değil, direnişçilerdir; işbirlikçilere göre en büyük nefreti ve en büyük hasetçiliği bu direnişçiler hak etmektedir. Bir an önce bu direniş bitsin de, biz de rahatlayalım psikolojisindedir bunlar.
Batıcı rejime direnme ruhunu yi­tirmiş ve gönüllü kölelik (küfre rıza) haline geçmiş sözde Müslümanların, İBDA hareketinden hazzetmemele­rinin temelinde de bu aşağılık psiko­loji yatmaktadır. Direnişçileri, mücahidleri-akıncıları ne isim verirseniz verin, onları kendi seviyelerinde, kendi uzlaşmacı ve teslimi­yetçi çizgilerinde görmek isterler ki, rahat etsinler. Direnişçi-inkılâpçı Müslümanların varlığı, onlara aşağı­lık ve uşak seviyelerini her an hatır­latmaktadır ve bundan dolayı dinsiz düşmandan çok direnişçi Müslümanlara düşmanlık ve nefret duy­maktadır. Bu aşağılık psikoloji onu düşmanla işbirliğine de itmektedir; kendisine verilen koltuk vs. imkân­larla bu işbirlikçilik nefsine de tatlı gelmektedir.
Şu misalde olduğu gibi: Muza uzanırken devamlı dayak yiyen maymunların, kafese yeni gelen maymun muza uzandığında onu he­men dövmek isterler; çünkü kendile­ri gibi olmasını isterler.
İdeolojik bir sebebe bağlanma­yan bir nefret, bir müddet sonra sev­giye dönüşür; bu da ayrı bir fasıl. Dün, çok nefret edilene bugün âşık olunabilir. Bugün Atatürk ve Ameri­ka meddahlığına soyunan dünkü Atatürk ve Amerika karşıtı solcular­da olduğu gibi. Bu hususa dikkat et­meli, nefret ve sevgimizde aşırıya gitmemeliyiz. “Allah için sevgi, Allah için buğz” ölçümüz olmalı.
“Ahmaktan uzak durunuz” Hadi­siyle beraber, Külliyatta geçen “Ahmağa düzenli cevap vermekle uğraş­mayın, çünkü bu ona zindelik ka­zandırır” hikmeti unutulmamalı, ah­maklar olduğu yerde bırakılıp yolu­muza devam etmeliyiz.
Kök ideolocyamız yok edildiği için, ne ölçü, ne nisbet, ne gelenek kaldı. Eşya ve hadiselere bakışımızı, insan ve toplum ilişkilerimizi tanzim edecek, yeni bir anlayış sistemi de yok. Her kafadan bir ses çıkıyor, tam bir curcuna, kakafoni halindeyiz.
Öyle ki, kadın, erkekten kendi gi­bi düşünmesini, hatta kendi gibi davranmasını istiyor, erkeği kendi seviyesinde görmek istiyor; daha komiği, erkek de kadından kendi gi­bi düşünmesini, kendi gibi tepki ver­mesini bekliyor. Hadler ve roller or­tadan kalkarsa ne erkek, ne kadın vasfı olur.
Ne cahil cahillik vasfını, ne ilim adamı ilim adamlığı vasfını, ne yaş­lı ihtiyarlık (pirlik) vasfını biliyor. Kısaca, kimse haddini bilmiyor; öyle ki haddini bilmemezlik had safha­da diyebiliriz.
“Demokrasi herkese özgürlük verdi”, propagandası ve “özgürlük­ler çağı” yalanı ile ruha esaret, nefs özgürlük tanıdılar ve iş ayağa düştü; köydeki çobanla gerçek ilim ve irfan ehlinin oy ve görüşü aynı kefeye kondu; ağzı olan konuştu. Böyle ortamdan da hiçbir şey beklenmez. “Herkes her şeyi bildiği zaman her iş bitmiştir” hikmetine çatılmış ve dibe vurulmuştur. Kısaca olan budur.
Fakir fakirlik vasfını bilmediği gibi, zengin zenginlik vasfının ne demek olduğunu bilmiyor. Fakirin gözü hep zenginin malında, kendini yiyip bitiriyor, “kanaat” denen şeyin en büyük hazine olduğunu bilmiyor. Hakikaten yoksul, aç ve açıkta insanları, istisna tutalım.
Bizim eleştirdiğimiz şu hâldir. Kimse haline razı değil, bir dam altına sığınıp karnıı doyan fakir de halinden memnun değil, yediği önünde, yemediği arkasında olan zengin de. Birini diğerinin malı huzursuz ediyor, diğeri ise malıyla huzur bulamı­yor; bilakis ihtirası artıyor. Zengin zenginliğini bilmiyor, fakir fakirliğini. Burada şu parantezi de açalım: Ada­letsiz düzene isyan etmek ayrı bir fasıl olup, bu sadece fakirden beklenecek bir du­rum değil, bilakis şuur ve aksiyon işi­dir.
Köylü köylülüğünü, şe­hirli de şehirliliğini bilmi­yor. Köylü hem köyde yaşa­yacak hem şehirli gibi ola­cak, şehirli de hem şehirde yaşayacak hem de “medenî” olma vasfını düşünmeyecek, mükellefiyet almayacak, köyde gibi sorumsuz yaşaya­cak.
***
Herkes karşısındakini kendi seviyesine çekmek is­tiyor, kendi seviyesinde gör­mek istiyor, dedik; gerçek dava adamları, davanın ıstı­rabını duyanlar istisna. Bu iptidaî duygunun sebebi olarak çapsızlık, çapsızlığın doğurduğu hasedçilik olduğu gibi, bir faaliyette bulun­mayanların, çevresindekileri öyle görerek veya göstererek kendilerini meşrulaş­tırma psikolojisi de yatmak­tadır. Bu çaba, nafile bir ça­badır ve atı alan Üsküdar’ı geçer; yani, gönlünde bir ateş olan bunu ateşler, kimseye sormaz ve etrafına bakmaz. Etrafındaki miskinlere ba­kanlar ise, velev ki, bu mis­kinler <abi> pozisyonunda olsun, kendi de miskinleş­mek isteyenlerdir.
Karşındakini kendi sevi­yesinde görmek, rütbe ve ünvanda gözü olmak, İBDA’da II. adamlık saplantı­larına girmek gibi hastalık­lar. Sanki İBDA’da II. adam olurmuş gibi, İBDA’nın ya­pısı buna müsaitmiş gibi II. adamlık kompleksine gir­mek, İBDA’yı hiç anlama­mak olduğu gibi, Kumandan’a da bir edepsizliktir.
Böyle hülyalarda gezen­lerin, sonu hüsrandır. Ve bu hususta ne kadar keskinlik gösterirse o kadar öncü ola­cağını zannetmek ve böyle­ce İBDA’da olmayan rütbe­lere tırmanmak(!), istikamet çizgisi varken, sapılan lü­zumsuz yollardır... İstikamet çizgisini bırakıp, “uçma” çizgisine sapanlar, uçu­rumlara doğru son süratle yuvarlanırlar ancak.
Gönüldaşlarımızın çok­luğundan ve faaliyetinden gurur ve sevinç duyacağımı­za, biz geri kaldık diye bunu istememek ve onları dediko­du vs. ile kendi seviyemize çekmeye çalışmak, hatta fa­aliyet olarak sivrilen gönüldaşımızın ayağının kayma­sını ve yok olmasını istemek ve köpekler hesabı nefsimizden buna duacı olmak, zaaflarımızdandır. Birbirini çekememezlik türü zaaflar insan olan her yerde, her grup ve cemaat de vardır; ve dolayısıyla “gönüldaşlar arasında niye böyle olu­yor?” diye sormak anlam­sızdır. Bu sözlerimle de her­hangi bir şahsı veya şahısla­rı kastetmiyorum, bir zaafa ve bu zaafın getirdiği yanlış­lıklara dikkat çekmek istiyo­rum. Kendimize dikkat et­meliyiz ve enerjimizi davamızın hizmetine arz etmeli­yiz ki, hem davamıza katkı, hem de öte dünyamıza azık olsun. Kâfirler de bizim da­ğınıklığımızdan istifade et­mesin!
Belli aşamada pörsüyüp kalanlar, oluş yolundakilere dua ederek yine oluş yolun­da bulunacağına, onlara ça­mur atarak yok oluş süreci­ne girer ki, hatasını anlayıp doğru tavır ve davranışa gir­medikçe, amelleri de zâyi olup gider. Bilindiği üzere hased, ateşin odunu yemesi gibi amelleri yer bitirir.
“İBDA uzmanı cahiller” veya dedikoduculuk yapan bazı gönüldaşların da psikoloji­si budur; kendi olamayınca, oluş yolundakilere çamur at­mak ve kendi seviyesine çekmek...
Bu iptidaî insan psikolo­jisinden kurtulup, oluş yo­lunda kendimizle ve aksiyo­numuzla meşgul olmamız, hakkımızda en hayırlısı ol­duğu kesindir.
Dava Aşk ve Ahlâkına, kültür edalı, aksiyon dehalı, sanat ve estetik anlayışlı gönüldaşlara, ibtidaî insan psiko­lojisinin yakışmayacağı âşikardır.
Hiçbir ayrım yapmaksı­zın ve pazarlıksız olarak tüm gönüldaşlarımı kalbî mu­habbetimle selâmlar ve on­ların her biriyle gurur duyduğumu-duymamız gerekti­ğini ilan ederim. Bunu da bir sebebe mebnî değil, içimden geldiği için yaptığımı belir­tirim.
 
 
Baran Dergisi 111. Sayı
26 Şubat 2009