Dünya düzeni ile alâkalı olarak yapılan tartışmalara ve bunlara verilen cevablara baktığımızda görüyoruz ki, bu mesele kahir ekseriyetle yanlış açıdan ele alınıyor. Şöyle ki, bugün dünya çapında siyasî, hukukî ve iktisadî sistem çökmüştür ve yaşanan buhran, mevcut olanın yerine bir yenisinin bulunup icra edilmesine kadar sürecektir dediğimizde, ne sebebledir bilinmez, bir çoğunun zihninde mevcut tüm müessese ve işleyişlerin (yargı, devlet, ticaret, üretim, finansman ve saire) şekilleri ile beraber ortadan kalkacağı ve yerine ne geleceği muamma bir değişim sürecine dikkat çekiyormuşuz gibi bir algı doğuyor ve bu idrak şekli, bizim teklif ettiğimiz değişimin idrak edilmesini zorlaştırdığı gibi mevcut olanı da tabulaştırmak gibi abuk sabuk bir gayeye hizmet ediyor.

Bahsi biraz açacak olursak; devlet, toplum, aile, ferd, adalet, ekonomi gibi insanî faaliyet sahalarını şekillendiren, yönlendiren, keyfiyetini belirleyen kavram ve müesseseler, varlığı yokluğu itibariyle değil de içinin ne ile doldurulduğuna, nisbetinin ne olduğuna göre ele alınması ve tartışılması gereken meselelerdir. Dolayısıyla bizim sonunun geldiği iddiasında olduğumuz düzenden kastımız, insanlık tarihî boyunca tabiî olarak var olan müessese ve tarihi birkaç bin yıla dayanan kavramların çöpe atılması demek değil, bilâkis bütün bu müessese ve kavramların yeni bir anlayışa nisbetle yeniden ele alınması ve bu bakımdan bir değişimin zaruret olduğudur.

Dünya çapındaki müesses nizâmın, hâlihazırda insanî faaliyet sahalarını şekillendiren, yönlendiren ve keyfiyetini belirten anlayışın dayanağı olan Batı medeniyetinin, İkinci Dünya Savaşı’ndan beri neredeyse tam mânâsıyla hâkim olduğu insanlığın meselelerine çözüm getiremediği bugün yaşadığımız hayatın her planında açık seçik bir şekilde ortadadır.

Batı’nın maddeye tahakkümü karşısında gözü kamaşan insanlığın, Batı medeniyeti tarafından yutulduğu, ardından sindirildiği ve neticede başka birşeye dönüştürülerek geri kusulduğu sürecin sonuna geldiğimizde gördük ki, Batı maddeye tahakkümde her ne kadar mahir olsa da insanın ruhî cihetini teşkil eden mücerretler âlemi ile kaba madde planı arasında muvazene kuracak ve hayatı yaşanmaya değer kılacak bir miyar sahibi değildir ve yalnız madde planına dayanarak izah edilmeye ve işletilmeye çalışılan kavram ve müesseseler üzerinden ise yaşanmaya değer hayatı tesis eden bir düzen doğmaz, doğamaz.

Batı, dünya çapında hâkimiyet tesis edip bunu sürdürebilmek için bugüne kadar demokrasi, liberalizm, faşizm, nazizm, komünizm, sosyalizm, kapitalizm, globalizm gibi birçok dünya görüşü ve bunların sistemlerini üretti, bu inkâr edilemez; fakat az evvel ifâde ettiğimiz üzere insanın ruhî ciheti ile maddî ciheti arasında bir muvazene kuramadığı için refah değil, sürekli olarak kaos ve buhran doğurdu.
Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun alt başlığı “Yeni Dünya Düzeni” olan “Başyücelik Devleti” isimli eserinde, Müslüman olmuş bir Amerikalı hanım bilginin şu ifâdesi bu bakımdan son derece dikkat çekicidir:

- “Batı medeniyetinin kötülüğü tesadüfî değildir; yahut asıl prensiblerine göre yaşamakta kusur eden, sırf beşer zaafından da ileri gelmiş değildir… Eksik olan, bizzat asıl prensipleridir; Batı medeniyeti, teoride de pratikte de kötüdür.”

Evet, Batı kendi medeniyetini hâkim kılmak ve devamlılığını sağlamak üzere bugüne kadar birçok dünya görüşü ve bunların alt sistemlerini üretti, peki Müslümanlar buna nasıl bir reaksiyon verdiler şimdi de ona bakalım.

Müslümanlar, kendisini dayatan, daha doğru bir ifâdeyle son 5 asırlık zaman diliminde İslâm’a Muhatab Anlayış’ı yenileyecek bir dünya görüşü ve onun alt sistemlerini meydana getirip karşılık veremedikleri için 18. asırdan itibaren kendisini dayatan Batılı dünya görüşlerinin alt sistemlerini benimsemek zorunda kaldılar; fakat onların sistemlerini benimsedikleri hâlde Müslümanlıktan vazgeçmediler. “Siyasal İslâm” kavramı bugün her ne kadar siyasî ikbal için Müslümanların istismar edilmesini tanımlamak için kullanılıyorsa da, aslında az evvel izah ettiğimiz üzere Batılı sistemler içinde Müslüman kalarak yaşamanın rejimini ifâde etmek üzere geliştirilmiş bir kavramdı.

2010 senesinde başlayan Arab Baharı’ndan sonra Türkiye’deki Batıcı, lâik ve Kemalistlerin ısrarla “Siyasal İslâm’ın iflâsı” üzerinden pek çok analiz yaptıklarını okumuş yahut izlemişsinizdir. Türkiye’nin İdlib operasyonuna başlaması dolayısıyla güme giden bir röportajında, Abdullah Gül de dünyada “Siyasal İslâm”ın iflâs ettiğini söylemişti hatırlarsanız.

Aslına bakacak olursak, Batıcı, lâik ve Kemalistler de, Abdullah Gül de doğru söylüyorlar, “Siyasal İslâm” iflâs etmiştir; fakat iflâs eden bu andavalların iddia ettiği yahut gönüllerinden geçtiği gibi İslâm değil, yazının başından beri bahsettiğimiz Batılı sistemlerden doğan rejimler altında Müslümanca yaşamaya çalışma modeli olan “Siyasal İslâm” iflâs etmiştir. Yâni bu iddialarıyla tersinden, niyetlerinin ve hainliklerinin aksine onlar da Batılı dünya görüşlerinin alt sistemlerinin iflâs ettiği noktasında bizimle buluşmuş oluyorlar.

Arnold Toynbee, “İstikbâl İslâm’ındır, denenmemiş tek o var” derken, bu “Siyasal İslâm” şeklinde ifâde edilen, bütün müessese ve kavramları Batılı hayat tarzına göre şekillendirilmiş şartlar içinde Müslümanların yaşamaya çalıştığı düzeni değil, İslâm’a muhatab anlayışını yenilemiş, bunun dünya görüşünü inşâ etmiş ve bu görüşün sistemleri tarafından şekillendirilmiş yeni bir İslâmî düzenden bahsediyordu.

Kumandan Salih Mirzabeyoğlu, “Adalet Mutlak’a” başlıklı konferansında “Yeni Dünya Düzeni Kurulacaksa Biz de Diyoruz Ki Buradan Başlasın” derken, bunu atmasyoncuların kendilerinden bildiği şekliyle sırf beylik bir lâf söyleyeyim diye değil, Büyük Doğu – İbda dünya görüşüne ve bu görüşün ortaya koymuş olduğu devlet modeli olan Başyücelik Devleti ile ortaya konmuş yönetim şekli ve kamu düzeni idealine bakarak, bunu birilerinin aklının almayacağı kadar açık ve net gerçeklik hâlinde, bütün bir samimiyetiyle söylüyordu.

Batılı dünya görüşleri ve ondan türeyen alt sistemlerin ya tamamen iflâs ettiği yahut binbir payanda ile güçlükle ayakta tutulmaya çalışıldığı günümüzde, cereyan eden hadiseler de çarpan etkisi göstermekte ve şu son en basit bir virüs salgınında bile gördüğümüz üzere tesirini kat be kat arttırarak insanlığın üzerine bir kâbus gibi çökerek, bu gidişin gidiş olmadığını ikaz etmektedir.

Lâf lâfı açıyor kabilinden son bir şeyi daha ilâve edelim… Son yıllarda adını sıkça duyduğumuz, Türkiye ekonomisi için adeta bir kurtarıcı olacakmış gibi bilhassa yeni nesle pazarlanmaya çalışılan Daron Acemoğlu’nun James A. Robinson ile beraber kaleme aldığı “Dar Koridor” başlıklı kitabı görmüş yahut duymuşsunuzdur. 2020 Münih Güvenlik Konferansı’nın tavsiye listesinin başında yer alan bu kitabın muhtevası da dâhil olmak üzere bize göstermektedir ki, Batı’nın ve Batıcıların elinde, mevcut sistem ve kavramların yerine ikâme edilecek bir yenisi bulunmamaktadır. Kitabın adı da manidar. Daron Acemoğlu, dünyanın bugün içinde bulunduğu vaziyeti “Daralan Koridor”a benzetiyor, aslında bir ilerleme yok değil; fakat Üstad Necib Fazıl neredeyse bir asır evvel bu caddenin çıkmaz sokak olduğunu, 1947 senesinde kaleme almış olduğu “Destan” isimli şiirinde söylememiş miydi?

Devam edecek olursak, Batılı düzenlerin çerçevesi içinde kalmak suretiyle bu işin Batıda da Doğuda da olmayacağını daha fazla tecrübe etmeye lüzum olmadığı kanaatindeyiz. Ayrıca, şunu şunu yapalım da sonra Büyük Doğu-İbda’ya sıra gelir lâfının da iyi ihtimâlle bir sıralama hatası yahut palavra olduğunu, Büyük Doğu-İbda’nın hem gaye ve hem de vasıta olduğu, peşin kabul hâlinde idealize edilerek vasıtalaştırılmadığı sürece gidilen yolun Büyük Doğu-İbda’ya çıkmayacağı da unutulmamalı.

Evet, şu sıralar herkesin dediği gibi “Hiçbirşey Eskisi Gibi Olmayacak”; fakat onların zannettiği gibi de olmayacak!


Baran Dergisi 692.Sayı