Vakıf kurumunun insanoğlunun fıtratının gereği bütün tarih boyunca şu veya bu şekilde içtimaî hayatta kendine yer bulduğu, incelememizin temel tezi; yazı dizimizin başından beri bunu işliyoruz. Elbette en başa, bütün diğer beşerî keyfiyetler gibi her tür insanî oluşun menşei olarak İbda Diyalektiği'nin şu düsturunu koymaktayız: “Peygamberler olmasaydı, medeniyet olmazdı; insanlık olmazdı.” İncelememizin merkezinde ise tek tek ferdler ve bu ferdlerin bir araya gelmesinden teşekkül etmiş, ancak ferdlerin eksilip artmasıyla vasfını yitirmeyen cemiyet bulunmaktadır. Cemiyeti oluşturan ferdler, nihayetinde o cemiyeti bünyelerinde taşımaktadırlar. Yani cemiyet, ferdden ferde aktarımla ve ferdlerin hafızası marifetiyle varlığını idame ettirmektedir. Hülasa, son tahlilde her bir ferd, cemiyeti küresinin üzerini zihnen ve fikren kaplayan bir örtü vasfı taşımaktadır. Bu kürenin en merkezinde “çekirdek küre” halinde, insan olmanın anlamını hasrı içine alan Resulullah (SAV) bulunmaktadır. Geri kalan tüm insanlar, ister nebi, ister sıradan biri olsun, bu merkeze göre anlam kazanmaktadırlar, o merkezin muhiti mahiyetindedirler. Bu açıdan, vakıf dahil tüm teşekküller, tam mânâlarını o merkezde bulurlar; bu merkeze mânâca en yakın ferdî ve içtimaî oluşlar, ki bunlar diğer peygamberlerden neşet edenlerdir, zirveye en yakın olanlardır. Uzaktakiler ise, “Hakikat-i Ferdiyye” olan Muhammedî Ruh'a, aralarında derece farkı olsa da, mânâca uzak olanlardır. Ama insan olma ortak paydasında O'nun kadrosu olmaları hasebiyle, bu merkezin anlamını şu veya bu derecede bünyelerinde taşımaktadırlar; O'nun “çekim gücü”nün tesir sahasının dışına çıkamazlar. Bu yüzden kadim medeniyetlerde, bu gün bizim yaşadığımız tecrübelerin benzerlerine tesadüf ettiğimizde şaşırmıyoruz; nihayetinde insan olma keyfiyetinde biriz.
Tarih boyunca sayısız medeniyetin kurulup yıkıldığı, bir çok millet ve devlete ev sahibliği yapmış olan Anadolu, vakıf bahsinde de oldukça zengin bir birikime sahiptir. Dünyanın bilinen en eski devletlerinden Hititlerde, belli bir hayrı hedeflemiş vakıf benzeri müesseselere rast gelmekteyiz. Hatta Anadolu'da, çok sonraları Bizans döneminde vakıf hususunda ciddi bir hukukun oluştuğunu da teslim etmek lazım. Öyle ki bir çok müsteşrik, vakıf konusundaki kemaliyetinden ötürü bu kurumun Müslüman halklara Bizanslılardan geçtiğini iddia etmişlerdir. Bu bahse yazı dizimizin sonraki bölümlerinde temas edeceğiz.
Hititlerde kurulmuş vakıflarla alakalı elimizde, arkeolojik araştırmalarda ortaya çıkarılmış bir kısım malumat mevcuttur. Landsberger'e göre ferdî mülkiyet ve tasarruf haklarının hayli ilerlemiş olduğu Hititlerde vakıflara tesadüf olunduğu halde, Mezopotamya havalisinde büyük bir medeniyet kurmuş olan Sümerlerde bu müesseseye pek rastlanmamaktadır. Bunun sebebi de, ferdlerin elindeki mülkiyetin buna imkan vermeyecek kadar az oluşudur. (Bülent Köprülü, Tarih Boyunca Vakıflar, Vakıflar Dergisi, sayı 2, sh. 491)
Hititlerde vakıfların delili olabilecek arkeolojik buluntulardan birisi, Boğazköy kazılarında bulunan ve İstanbul Arkeoloji Müzesi envanterinde 2026 no ile kayıtlı olan bir vakfiyedir. Milattan evvel 1290 yılı ile tarihlenen bu vakfiyenin içeriği şu şekildedir:
Hitit krallarından Hattusilis, düşmanı Armadataş'ı mağlup ettikten sonra onun tüm mülkünü ele geçirmiştir. Bu mülkün içinden bir ev ile bu evin müştemilatını Tanrıça İştar adına vakfetmektedir. Oğlu Duthalyas'ı da bu vakfın idarecisi (yani mütevellisi) olarak tayin etmektedir. Vakfiyeye göre, vakfın mevzuunu teşkil eden yukarıda zikrettiğimiz mülkler, her türlü vergi ve müdahaleden masun kılınmıştır. Kral Hattusilis, vakfına mütevelli olarak tayin ettiği oğlu Duthalyas'ın, kendisi öldükten sonra aynı vazifeyi sürdürmesini, onun çocuklarının da aynını yapmasını vakfiyesinde vasiyet etmektedir. Yine vakfiyede, eğer kendisinden sonra gelenler, vakfı kuruluş amacının dışına çıkarır, vakıfla ilgili üzerlerine düşen vazifeleri yapmaz ya da vakfı lağvederlerse, Tanrı'nın laneti onların üzerine olacaktır biçiminde, tıpkı diğer memleketlerdeki emsallerinde olduğu gibi, bir beddua bölümü bulunmaktadır.
Söz konusu vakfiye irdelendiğinde, mezkur müessesenin kamu yararı gözeten dinî bir tesis veya vakıf olduğu anlaşılmaktadır. (Güneri, Türk Medeni Kanunu Açısından Vakıfta Amaç Kavramı ve Amacına Göre Vakıf Türleri, Ankara, 1976, s.5.)
Ancak Bülent Köprülü'ye göre, yukarıda özetlediğimiz vakfiyeden, vakfın hükmî (tüzel) bir kişiliğe sahip olup olmadığı anlaşılamamaktadır. Ancak Orta Anadolu bölgesinde yapılan kazılarda Hititlere ait bir çok şehir kalıntısı bulunmuş olup, bunların planları, merkezî bir tapınak ve bunu öbek öbek çevreleyen evler şeklindedir. Bu tapınakların, varlıklarını devam ettirecek akarı vakıflar marifetiyle temin etmiş olmaları kuvvetle muhtemeldir.
Fatma Sevinç'e göre Hititler, Anadolu'daki kutsal kent olgusuna yeniden biçim vermişlerdir. Tanrı kentlerinde bağ, bahçe, otlak ve tarlalar Tanrı'ya ait sayılıyordu. Buralardaki otorite, gelirlerinin kendileri için harcandığı tapınaklar ve dolayısıyla onların keşişlerindeydi. Bu tür kentlerden olan Arinna, Zippalanda ve Nerik'ten devlet hiç bir şekilde vergi tahsil etmiyor, bütün gelirler tapınaklara harcanıyordu. Bu şehirlerin ziraî üretimden kaynaklanan gelirleri, o şehirlerin tapınaklarına vakfedilmiş bulunmaktaydı. Hitit kanunlarında, bu gibi yerlerin vaziyeti sarih bir şekilde vâz edilmişti. Hiç bir angaryaya tâbi tutulamamaktaydılar. (Fatma Sevinç, SDÜ Fen Ed. Fak. Sosyal Bil. Der., sayı 17, sh. 12)
Hititler, çiftçi bir halktı ve devletin temel gelir kaynağı, ziraat ve hayvancılıktan elde edilen vergilerdi. Anadolu'da bu durum, Hititlerden sonra gelen yüzlerce yıl boyunca da değişmemiş, devlet ileri gelenlerinin ve zengin ahalinin toprak bağışı usûlü ile “hayır işleri” yapma geleneği sonraki asırlarda mevcudiyetini muhafaza etmiştir. Tabii buradaki ana hedef, hem kişinin kendi adını ölümsüzleştirme isteği, hem de inandığı Tanrı veya tanrıların hışmına uğramaktan duyduğu korkuydu.
Yaklaşık bin yıl varlığını sürdüren bu medeniyetin, semavî bir din ile tanışmamış olduğunu düşünmek abesle iştigal olur. Yukarıda bahse konu ettiğimiz vakfiyede, vakfın amacını saptıranların Tanrı tarafından cezalandırılacağı söylenmektedir. Yani TEK bir tanrıya atıf vardır. Her ne kadar bir çok tanrı ve tanrıça ismi Hitit metinlerinde geçse de asıl büyük Tanrı her daim bir tanedir. Bu duruma mesela Hinduizm'de de şahid oluyoruz. Orada da bir çok tanrı veya tanrıça vardır; ama gerçek büyük tanrı Brahman'dır. Her şeyi yaratan, mutlak kudret sahibi odur. Diğerleri onun müsaade ettiği kadarını yapabilirler. Tabiat kuvvetlerinde veya bazı tabiat unsurlarında GÜÇ vehmetmek, onları farklı bir şekilde konumlandırmak, en başta Animizm ve Şamanizm olmak üzere İslâm harici tüm dinlerde kendine geniş bir saha bulmaktadır. Mesela Japon Dini'nde bu tarz tanrı veya RUH/ÖZ'ün sayısı üç binden fazladır. Anadolu'da halen, bilhassa da Alevilik içinde, bu tür figürleri görmekteyiz; bazı yerleri kutsal addetme, ağaçlara çul-çaput bağlama, bazı büyük olduğu söylenen kişilere ilahilik atfetme, sihirbaz kadın/cazı kültü gibi...  O yüzden, belli bir noktadan sonra peygamber kaynaklı semavî bir dinin, insanlardaki bu efsaneye/bulanıklaştırmaya temayül sebebiyle hızla bozulduğu açıktır. Dediğimiz gibi, bu kadar asır geçmesine rağmen bundan masun kalabilen sadece İslâm olmuştur.
Hititlerdeki vakıflara başka bir misal de Kraliçe Puduhepa'nın kocası kral 3. Hattusili için kurduğu vakıftır. Kraliçe, kocasının sağlığına kavuşması için Tanrıça Lelvani kültüne adaklarda bulunmuş ve bu adakları yerine getirirken, tanrıçaya vakfedilmiş bir kaç köye personel tahsis ederek kültü yeniden yapılandırmıştır. Bu çalışan personel takviyesini, Kraliçe, savaşlarda elde edilen köleleri kullanarak yerine getirmişti. Ama bu köleler, sadece bu tarz tapınak vakıflarında değil, iş gücüne ihtiyaç duyulan diğer üretim birimlerinde de kullanılmaktaydı. (A. Ünal, Hititler-Etiler ve Anadolu Uygarlıkları, 1999, sh. 72) Kraliçe Puduhepa'ya ait bir çok vakfın mevcut bulunduğunu gösterir vakfiye günümüze kadar gelmiştir. (Kınal, 1956, sh. 363) Puduhelpa, yardıma muhtaç insanlara yönelik hayır işleri ile tanınmaktaydı.
Hititlerde, kraliyetin doğrudan kâr elde etmediği, tanrılara ait olan ve sadece tapınakların ihtiyacını karşılamak için işletilen toprakların dışında, başka vakıf arazileri de mevcuttu. Mesela, ölmüş bazı hatırı sayılır kimselerin -bunlar umumiyetle kral ya da kral ailesinden kimselerdi- hatıraları için tesis edilmiş kurumlara vakfedilmiş topraklar bu cinstendi. Kraliçe Asmunikal'in, kocası 1. Arnuvanda (MÖ 1420-1400) için kurduğu “Taş Ev” denilen anitkabir ile 2. Şuppiluliuma'nın (MÖ 1210-1200) babası 4. Tuthaliya (MÖ 1250-1220) anısına kurdurduğu ve “Ebedi Zirve” denilen vakıf, bu tür arazilerin en bilinenleridir. (Ünal, age, sh. 67) Yine Kraliçe Asmunikal'in Kuvattala adlı bir kadın için bir araziyi vakıf olarak tahsis ettiğini gösterir bir vakfiye bulunmuştur (Renda, 1993, sh. 28)
Yukarıda değindiğimiz, Anadolu'nun belki de günümüze kadar toprak, yani ziraat esaslı devletlere yataklık etmesi, bu devletlerde benzer kurumların teşekkülüne de yol açmış gibi görünmektedir. Ahmet Ünal, Osmanlı mirî arazi ve tımar sistemi ile tıpatıp benzeşen Hitit “sahhan” ve “luzzi” toprak işletim modellerine dikkat çekmektedir. (A. Ünal, Hititler Devrinde Anadolu, 2005, sh. 145) Yine Hititler, arazilerin kraliyet haricinde belli ellerde temerküz etmemesi için muhtelif tedbirler almaktaydılar.
Vakıfların tarihî cihetini önümüzdeki sayılarda işlemeyi sürdüreceğiz. 
Baran Dergisi 425. Sayısı