Türkiye’nin son dört senesi bilindiği üzere seçimlerle ve iç ihanet şebekesinin taşeronlarından olan Cemaate yönelik operasyonlarla geçti. Bürokraside kimsenin kimseye güveninin kalmadığı ülkede, mevcut ve potansiyel hiçbir meseleyi çözüme kavuşturacak hazırlıklar yapılamadı, adımlar atılamadı. Bundan üç, dört sene evvel planlaması yapılan projelerin tamamı askıya alındı ve Türkiye ilerlemek bir yana, bulunduğu konumu dahi muhafaza edemedi. Hâl böyle olunca, eskiden beri sırasını bekleyen meselelere bir de yenileri eklendi. Yalnız içeride değil, dışarıda da işlerin sarpa sarması, Türkiye’nin her planda tıkanmasına sebeb oldu.
Biz, uzun bir süredir yapmadığımız, belki de aksattığımız hâl muhasebelerimize bir yenisini ekleyelim ve dar bir perspektife mahkûm olmak yerine geniş bir planda Türkiye’nin umumî vaziyetini yeniden değerlendirelim.
İdeal: Bir uçak düşünün, Yeşilköy’den havalansın; bu uçağın istikâmetini ve irtifasını tayin edecek hava trafiğine hâkim bir kule yok, meteorolojik şartlardan haberi yok, rotası yok, hedefi yok, menzili meçhul, panelleri çalışmıyor vs... Şartlar böyleyken, isterse dünyanın en iyi pilotu kullanıyor olsun, nereye götürecek bu uçağı?
Bizim memleket de bu uçaktan hâllice... “Bu ülkenin hedefi nedir?” sualine yanıt verebilecek tek bir siyasî, entelektüel, akademisyen veyahut vatandaş yok bu ülkede... Yol, köprü, geçit, tünel, metro ve daha nice inşaatı, muşamba dekordaki her çeşit kabartmayı ideal zanneden çok da, hemen peşinden gelecek “dünyada hangi millet inşaat idealinde buluşturulabilmiştir ki?” sorusuna yanıt verebilecek yok. Düşünsenize, 70 milyon insan ortak bir şekilde “duble yol” diye bir fikir etrafında buluşturulabilir mi? Ola ki buluşursa zaten bu başlı başına bir sıkıntı.
Senelerce süren inkılâb mezalimi, ardından gerçekleşen durgunluk, darbeler, köyden kente göç ve göç eden ailelerin büyük şehirlerde yerleşimini tamamlayarak “başıbozuk” ekonomik sisteme entegre olmalarıyla beraber doğan ruhî boşluk, yani hakiki açlık, tam da bu oturma, yerleşme dönemine denk gelen Ak Parti iktidarları tarafından bir türlü karşılanamadı. Hizmet sektörüne yönelik gerçekleştirilen gecikmiş yatırımlar, uzun bir süre tatmin edici olmuş olsa da, geçen zaman zarfında ruhî açlık büyümeye devam etti. Değişimin bizzat kendisinden doğan tabiî aksiyon, bir müddet bu ıstırabı perdelemekte muvaffak olmuşsa da, ruhî olan maddî olana her zaman olduğu gibi galebe çaldı. Muşamba dekorun yalnız bir zaruret olduğu ve ruhî açlığı doyurmadığı, doyurmayacağı Batı nezdinde açıkça ortadayken, aynı şeyleri yapmak suretiyle farklı neticeler bekleyenler, en hafif tabirle ahmaktırlar.
Gelelim şimdi asıl suâle... Anadolu’da yaşayan insanların kahir ekseriyetini kendi paydası altında buluşturacak fikir ve ideal nedir? Esasında bundan sonrasında ele alacağımız meseleler de hep bu sualin cevabı etrafında şekillenecek meselelerden olduğundan, esas suâl bu. Milletimizin ruhî açlığını doyuracak, gerektiğinde can ve malından öte olacak, hayat tarzını yeniden şekillendirerek insanca yaşamasına vesile olacak, ferd ile cemiyet arasında muvazene kuracak, ruhî açlığını doyuracak fikir nedir?
Hükümet kanadında yer alanlar, bu mevzu konuşulduğunda diyorlar ki; “böylesi bir değişim devletin değil, hareketlerin işi.” Doğru mu? Elbette doğru; fakat biz devlet böylesi bir değişimi gerçekleştirsin demiyoruz ki; değişim zaten gerçekleşiyor, çoklarınca istenmese de. Biz diyoruz ki, ayak bağı olmayın, ayak uydurun. Siz de bu değişimde üzerinize düşen rolü üstlenin, helezonvari bir şekilde istikamet üzere kıvrılan zamana karşı direnmek mümkün değildir, altında ezilip heba olup gitmeyin, deyip ihtar ediyoruz. Tabiî, yine de takdir sizin...
Millî Istırab: Yukarıdaki iddiamızın en kesin isbatı, bugün milletimizin çektiği ıstırabdır. Kim, kendisini hangi tarafta konumlandırıyor olursa olsun; Türk de, Kürt de, Beyaz Türk de, sosyal demokrat da, sosyalist de, komünist de, Allahsız da, Kamalist de içinde bulunduğu vaziyetten memnun değil ve huzursuz. Fakat mevcut olanın yerine neyin konulması gerektiğini kestiremediğinden dolayı zihnî travma geçirip bir süre sonra zombileşiyor. Gezi Olayları, niçin mücadele ettiğini unutarak kendini mücadele aracını amaç hâline getiren ve anti-emperyalistlik yaptığını zannederken emperyalizimin emrine tahsis olan komünist operet figürlerinin sahne aldığı hadiselerdi. Akabinde Kobani’de “Biji Serok Obama” diye bağıran Kürtleri gördük. Her çekik gözlüyü Çinli zannedip saldıracak kadar fikirden nasibini almamış Ülkücülerin varlığına şahit olduk. Gördüğü her sakallıyı IŞİD’çi sanan Marksistler, başörtülü görünce yüzüne sigara dumanı üflenmiş kedi gibi olan Beyaz Türkler, nerdeyse farz borçlarını bile Erdoğan’ın şahsına yıkarak her işin içinden sıyrılabileceğini zanneden bir kısım İslâmcılar ve her şeyi Erdoğan’ın halledeceğini vehmeden Müslüman kitle... Bunlar her biri ayrı ayrı kendi zaviyelerinden içinde bulundukları vaziyetten memnun değiller; fakat mevcut olanın yerine teklif edebilecekleri hiçbir şey yok. Kendi hâllerini izaha da yanaşmıyorlar ve dolayısıyla kısır bir döngü içinde savrulup duruyorlar.
Hâsılı kelâm, ıstırab büyük de, tedavi edecek hekime ve o hekimin eczanesine yanaşan hasta nerde? Hastanelerde, tedavi edilmesi gerektiği hâlde taburcu olmak isteyen hastalara evrak imzalatır ve böylelikle doktor, hukuk nezdinde üzerindeki sorumluluktan kurtulur. İyi ki biz o doktorlar kadar vicdansız değiliz ve gerektiği ânda bu hastayı cebren tedavi etmeye de talibiz...
Şahsiyet: İnsan, kendi suretini tablolarda mı, yoksa aynalarda mı arar? Türkiye, son yıllarda bütün aynalara sırtını dönmüş, şanlı tarihin tablolarına bakarak kendisine şahsiyet biçmeye çalışıyor. Bir kere peşinen kuşanılması gereken şuur şudur ki; tarihten şahsiyet değil ibret alınır ve bu ibretten doğan tecrübe de hamura katılarak yeni bir şahsiyet terkibi yoğurulur. Bunun aksi hâliyse, Türkiye’ye bakıldığında da görüleceği üzere, kartondan kaplan imâlatından ibarettir.
Bu şahsiyet meselesi yeni değil, ta Osmanlı’nın son dönemlerinde başlatılan Batılılaşma politikası kadar eski bir meseledir. Bu şekilde bir milletin bütün unsurları şahsiyet bakımından inandığı ile yaşadığı arasında bir berzaha mahkûm edilmiş, bilhassa gençlik, coşkun mizacı dolayısıyla inandığına değil de yaşadığına meyletmek suretiyle, kendisiyle beraber gelecek nesilleri de berbat etmiştir.
Bizi biz yapan dinî, ruhî, ahlâkî değerlere sırtını dönmekten şahsiyet bulan/bulduğunu zanneden milletin, artık yeniden kendi özüne dönmesinin ve kendisine has şahsiyet ile yüzleşmesinin vakti hâlen gelmemiş midir?
Üniversite: Avrupa Birliği’ne ayak uydurmak ve istatistik planında işsizlik rakamlarıyla oynamak adına çiğköfteci dükkanları gibi memleketin bütün şehirlerini sarmış bulunan üniversiteler, cehaleti diploma ile taçlandırmak ve tekâmülün önünü kesmekten başka ne işe yaradılar?
Cehaletin yanı sıra, Eskişehir gibi, üniversite öğrencileri tarafından ırzına geçilmiş bir Anadolu şehri prototipi varken, bu vaziyetin yayılmasına ve Anadolu’nun bâkir diyarlarına sirayet etmesine vesile olan herkesin artık şapkasını önüne koyması ve işlediği cinayetin büyüklüğü hakkında düşünmesi gerekmez mi?
Ciddiyetsiz, ukalâ, keyfiyetsiz, narsist, hedonist, ahlâksız ve arsız bu nesiller, bizzat sizin eserinizdir beyefendiler...
Bu müesseselerden dininin, dilinin, beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, öcünün davacısı değil ancak tecavüzcüsü ve katili bir nesil yetişir ki, zaten umumî olarak açıkça görülmektedir...
İdeal, şahsiyet ve eğitim politikası olmayan bir devletin, gençlik politikası olmayacağı bedahet olduğundan, ayrıca böyle bir başlık açmaya lüzum görmüyoruz.
İktisat: Birkaç senedir sıkça “millî iktisat”tan dem vuruluyor, mâlum. Devletin birçok kurumu da esasında millî bir ekonominin inşa edilmesi için seferber olmuş vaziyette. Ekonomik hayatın hangi alanında olursa olsun, devlet, yapılması planlanan yatırımları hiç olmadığı kadar teşvik ediyor ve destekliyor. Buraya kadar tamam da; ziraî, sınaî ve ticarî planda gerçek bir kalkınmanın olmazsa olmaz şartı olan jeni/öz deha hâlen göz ardı edilmeye devam ediliyor. Geçen seneler içinde iktisadî hayatta ahlâkın ehemmiyeti anlaşılmış ve ıstırabı duyulmaya başlanmış olsa da, beklenen kalkınmayı gerçekleştirecek temel şartın fikren izahı yapılmış bir ideal olduğu bir türlü idrak edilemiyor Kendileriyle görüşme fırsatı bulduğumuz birçok siyasetçi, entelektüel ve akademisyen, iktisadî kalkınma ile fikir arasındaki münasebeti bile bir türlü kuramıyor.
Büyük Doğu-İbda’nın temel tezleri arasında yer alan iktisat ile ahlâk arasındaki münasebet, nasıl ki bugün yaşanan onca felâketten sonra idrak ediliyorsa, iktisat ile fikir arasındaki münasebetin idrak edilmesi için de illâ ki felâketlere mi maruz kalmak gerekiyor?
Kendisine has millî kültürü, ideali, şahsiyeti, ahlâkı olmayan bir milletin, orijinal iş ve eser üretmekten uzak bir şekilde taklitçiliğe mahkûm olduğunu idrak etmek bu kadar zor mu? Bu kültürün tahkim edilmesi, yeniden canlandırılması ve zamanın şartlarına tatbik edilmesi için lâzım olan fikre olan ihtiyacımızı göremeyecek kadar kör müyüz?
Açıkça söyleyelim, yukarıda sıraladığımız şartlar sağlanmadan yapılacak yatırımlar, verilecek destekler ve teşvikler heba olup gidecektir.
Ordu: Üstad Necib Fazıl, orduyu, milletin yumruğu, dimağ emrinde yumruk diye tanımlıyor. Türk Silahlı Kuvvetleriyse, sene 2016 olmuş, hâlen kendi bünyesini yumruklamakla meşgul.
HDP-KCK-PKK-PYD yahut nasıl tanımlarsanız tanımlayın, malûm iç ihanet şebekesinin Kürt versiyonunun neyin peşinde olduğu elbette aşikâr. Buna mukabil, ordunun hâlen Anadolu bünyesini yumrukluyor olduğu da...
İsrail, Ortadoğu’da bir türlü nüfuz edici olamıyor ve vücuda saplanmış kıymık misali bünye tarafından etrafında bir kist oluşturulup izole ediliyor. Dolayısıyla hem küçük şeytan İsrail, hem de büyük şeytan Amerika, bu topraklarda bünye içinden unsur devşirme yoluna gidiyorlar. 20-25 senedir Türkiye’nin güneydoğusu, Irak ve Suriye’nin ise kuzeyinde bir Kürt devleti kurulması bunların planları arasında. Herkes, çocuklar bile bu vaziyetten haberdar. Buna mukabil aradan geçen 20-30 senede, böylesi bir vaziyetin meydana gelmemesi adında kararlı hiçbir adım atılmaz, tedbir alınmazken, iş bünyeyi yumruklamaya geldiğinde, ordunun “maşallahı” var.
Eğer ki dimağ, yumruğunu kendi bünyesi dışına sallamayı bilseydi ve bugüne kadar en azından bir hasmını nakavt etmeyi becermiş olsaydı bile bu tip nümayişlere kalkacak olanlar en azından iki kere düşünmek zorunda kalırlardı. Bunun yerine her seferinde yeniden ve yeniden kendi bünyesindeki uzuvları döneme ve şartlara göre yumruklayan kahraman ordu!..
Az evvel de dediğimiz gibi, iç ihanet şebekesinin Kürt versiyonunun teşebbüsleri zaten malumumuz; fakat bu şartların oluşmasına senelerdir seyirci kalanlar ne olacak?
Dış İtibar ve Dış Politika: Cemaatin hükümete yönelik operasyonlarından evvel Türkiye’nin İslâm âlemi üzerinde aslı esası olmasa bile vehmettirdiği dolayısıyla gerçekten de itibarı vardı. Hattâ takındığı tavır ve tutum dolayısıyla birçok Batılı açısından da itibar sahibiydi. Ne var ki, ne zaman Suriye karıştı ve Türkiye bugüne kadar en az on kere fikir değiştiren Amerika’nın yanında pozisyon aldı, o günden beri Türkiye’nin dış politikası kan kaybediyor.
Üstad Necib Fazıl, bundan 42 evvel kaleme almış olduğu “Cumhuriyetin 50. Yılında Türkiye’nin Manzarası” adlı eserinde şu değerlendirmeyi yapıyor:
- “Şu anda kolları altında saklı bir ahtapot gibi, bir koliyle Suriye, öbür koliyle Irak, daha öbür kollariyle de Kuveyt, Hicaz, Mısır ve Libya istikametlerini kollayan, bu rolünün tahakkukuna zemin hazırlamak için bir dünya felâketine muhtaç bulunan, bunun içinde Rus-Amerikan rekabetini kızıştıran, kısacası topyekûn medeniyetleri eritme yolunda büyücü kazanını durmadan karıştıran, yalnız o...” (Yahudi)
Evet, bundan 42 sene evvel Üstad, bugün yaşanan hadiselerin arkasındaki merkezi keramet çapında bir netlikle beyan ediyor. Peki, bundan 42 sene evvel günümüz manzarasını Üstad ayan beyan ortaya koyarken, Türkiye’nin bilhassa istihbarat servisi ve analistleri acaba ne iş yapıyorlar? Tıpkı köşe yazarlarının yaptığı gibi günü birlik değerlendirmeler haricinde bir projeksiyon sahibi olamayışımızın ardındaki saik nedir? Her yaptığı bir diğerini çelen, şahsiyetsizlikten kaynaklanan öz güven eksikliğiyle sürekli üstündekini ve altındakini dikizlemeye mahkûm edilen dış politika, daha ne kadar sürdürülebilir? Yine dönüp dolaşıp fikren izahı yapılmış ideal bahsinin önüne geldik.
Dinî Manzara: Cumhuriyet’in dini sulandırma projesi hız kesmeden devam ediyor. Temel gaye de İslâm’ı Batılılar için “tehlikesiz” hale getirmek. Allah’a şükürler olsun projeleri tam tutmadı, ancak ısrarları sürüyor. Televizyon kanallarında, hoca geçinen zibidilerin, ayetlerle hadisleri kapıştırmaktan umdukları popülarite ve reyting kaygısı da malum.
Din diye yutturulmaya çalışılan materyalizm de işin cabası…
Şundan oldu, bundan dolayı falan diye bir analiz yapmaya gerek var mı? Geçen sene önünden geçtiğim tarihî bir Mevlevî tekkesinin kapısında iki kelime ile nakşedilmiş şu vecize orada durduğu sürece, kimsenin bahane arama lüksü yoktur kanaatimizce; “arayan bulur.”
***
Hâsılı kelâm, yalnız Türkiye’de değil, dünyanın geri kalanında da insanlık cinnetin eşiğine sürükleniyor ve ruh ile nefs arasındaki muvazene bir türlü kurulamıyor. Bu muvazenesizlik dolayısıyla insanın kendi bünyesinde başlayan adaletsizlik dört bir yanı sarıyor ve bundan doğan manzaranın dehşeti, işleri sanki içinden çıkılmazmış gibi gösteriyor. Oysaki hiç de içinden çıkılmaz değil…
Hâl muhasebesini, İbda Mimarı Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun “Adalet Mutlak’a” başlıklı konferansındaki açık davetiyle bitirelim:
- “İmâm-ı Azam Hazretleri diyor ki; “söz, kalbten geldiği zaman kalbe tesir eder.” Bu mânâda, hangi davadan olursan ol, dikkatinizi çekiyorum, hangi davadan olursan ol ileriye doğru kendini derin derin izah etmeye bak! Kendini derin derin izah etmeye bak; yoksa başladığın yerlerde “sen şunu yedin, sen bunu yedin, o yedi de, bu yemedi de, o onu tuttu da peki bu onu tutmadı mı” falan gibi demagojilerle bir yere varılmaz. 

Baran Dergisi 468. Sayı