Doğrusu Salih Mirzabeyoğlu’nun, “Dik durun karşınızda leşler var!” deyişindeki mânânın hikmetini söylediği ilk zamanlarda pek anlayamamıştım.
“Leş”in karşısında dik durmak ne demekti ki?

Sonra taşlar yavaş yavaş yerine oturdu da anlayabildim! Tabiî, bu sözü anlamak bâbında Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in; “Siz hayat süren leşler, sizi kim diriltecek?” sorusu da yardımcı olmadı değil.
Meğerse her ikisinin söylediği şey de aynı kapıya çıkıyormuş... Geç fark ettim!

Bilirsiniz, külhanbeyinin birisi bir yerde gücünün yettiği kadar yüksek bir sesle, “hıeeeeyyyytttt, ulan p.çler” diye nara attıktan sonra, kendisine hayretle bakan herkesin gözünün içine bakarak “Ne kadar da çokmuş be!” deyip gitmiş...

Şimdi Cumhuriyet, “fikri hür, vicdanı hür” nesiller yetiştirdi ya! Bundan sebep, herkes kendi “ulu”suna dilediği gibi tazimde bulunur. 

Sen, “tapıyorsunuz” dersin, adamlar “yok ya biz saygı duruşu yapıyoruz” der. Böyle demek onların yerden göğe kadar hakkı değil mi? Amellerine istedikleri ismi verme hakkı; kendi bilecekleri iş!..
Taziye mesajları yayınlamak âdeti kimin başının altından çıktı? 
“Görev gereği” falan filan...

Tören alanlarına gelmeyen memurlara, üstelik müftülük çalışanlarına bile, Türk sinemasının Kadir İnanır repliğinde olduğu gibi; “Nerede kaldınız uleynnn!” ayarı verirler.

Bu nedir?
Ve bir müddet sonra film kopar? 
Sonra gerçekler bir bir gün yüzüne çıkar!
Mahallî idareler seçimi gereği başkan adayları sizin huzurunuza gelmişlerdir. 
Onlara dikkatli bakın. 
Huzurunuzda bir başka Haydar Baş varsa, defedin gidin ve bir an önce başınızın çaresine bakın. 
Seçeceğiniz adamların kime “saygı” duydukları önemli. 
Hiçbir şeye mahkûm değilsiniz.
“Leş bir yana, baş bir yana”ydı değil mi?
Bu durumda asıl leşler bu başlar olmuyor mu?
“Dik durun karşınızda leşler var!”
***
«Molla Zübeyde’nin hafız-ı kurra oğlu, seyyid ve şerif Mustafa zikir çekerken kan ter içinde kalırdı” hikâyesinin yeniden üretilerek farklı versiyonlarıyla sahneye sürülmesine az kalmış gibi bir hava hâkim ülkede...

Anti-emperyalist ortak payda bahanesiyle Attila İlhan ve Doğu Perinçek Atatürkçülüğüne yanaşarak başlayan serüvenin Yaşar Nuri Öztürk ve Haydar Baş gibi tipler eliyle “iffetimizi, namusumuzu, ezanımızı, imanımızı kurtaran” Atatürk mezhebine doğru epeyce evrildiğini net olarak görebiliyoruz.

Travma Sonrası İstikamet Bozukluğu
15 Temmuz travmasıyla birlikte hızlandırılan muhafazakâr-dindar Atatürk inşası epeyce mesafe almış durumda. 

Siyasette, medyada, kültürde hatta Müslüman mahallesinde Atatürkçülük yapılacaksa bu işi Atatürkçülere bırakmadan yapmaya hevesli ne çok kişi ve kurum olduğunu hayretle görüyoruz. 
Birçok kamu kuruluşunun ama hassaten belediyelerin Atatürk’ü rahmetle ve özlemle anma yarışında değme Kemalistlere taş çıkardığını söylemek yanlış olmaz sanırız. 

Allah’ın ayetlerini, Kur’an-ı Kerim’in kavramlarını birileri orta malı veya sahipsiz sanıyor olmalı ki konjonktüre uygun bir biçimde her türlü kullanım hakkını temellük etmeye kalkıyorlar.»*

Kamal Atatürk ve Kral VIII. Henry
Kral VIII. Henry, birisi ölen abisinin karısı olmak üzere altı kere evlenir. İlişkilerinden gayri meşru çocukları da olur. Karılarından ikisini idam ettirir ki, bunlar ikinci karısı (l. Elizabeth’in annesi) Anne Boleyn ve 5. Karısı Catherine Howard’tır.

Eş katilliğiyle tanınmak dışında esas hüneri, evliliklerine karşı çıkan Katolik Kilise kurallarını tanımayarak ‘Anglikan Kilisesi’ni kurmasıdır. Ve ‘Hıristiyanlık için kendi arzusuna uygun’ bir yeni kilise anlayışı(!) inşa eder.”

General Charles Sherril, 1932-1933 yılları arasında Türkiye’de Amerikan elçisi olarak bulunur. “Gazi Mustafa Kemal” isimli kitabında, “vatanımda imiş gibiydim.” (s. 13) der ve M. Kemal’i, “İslâm âleminin VIII. Henry’si” olarak vasıflandırır. (s. 185)

“O büyük İngiliz Hükümdarı gibi M. Kemal de dini devletten ayırmak için kesin bir adım atmış ve Hilafetle saltanatı birbirinden ayırmıştı...”
(...)
İslamiyetin en yüksek mevkii olan Hilafet, siyasi şefin, padişahların eline geçti. Böylece en büyük dini sıfat ile en kuvvetli siyasi şeflik bir elde birleşmiş oluyordu. Ve bu suretle Osmanlı İmparatorları, bütün dünya Müslümanları üzerinde kontrollerini ele alıyorlardı. (s.186)
(...)
Abdülhamit sayesinde Batı âlemi... Halifeye İslâm âleminin ‘papa’sı gözüyle bakıyorlardı. Onun bu sıfatla kullanabileceği nüfuzdan çekiniyorlar, hatta korkuyorlardı.” (s.187-188) der.
Amerikan elçisinin VIII. Henry’ye benzettiği M. Kemal böylece “batılıların korkularını gidererek” Türk halkına hizmet etmiş!..

Amerikan elçisi, Çankaya’da akşamları Atatürk ile yaptığı sohbetlerde edindiği intibalar için, “Bu ne kader muhteşem bir akşam sohbeti idi!... Asırlardan aşağıya doğru ne kartalca bir süzülüş ve nasıl bir kartal...” (sh. 219) diyerek onu göklere çıkarır.

Bu yüzden devrimlerini de dikkate alarak, daha başka özellikleriyle birlikte onu VIII. Henry’ye benzetir. Peki, VIII. Henry kim? Yazının başında okuduğunuz adam. Bakalım:

VIII. Henry (24 Haziran 1491 - 28 Ocak 1547), İngiltere kralı.
Öldüğünde VIII. Henry’nin eninin boyunu geçtiği, göbeğinin çapının bir buçuk metreyi bulduğu söylenir.

‘Kurtarıcı’ diyerek, onun manevi huzurunda süklüm püklüm olup, bilerek, isteyerek boyun büken Kemalistler, efendilerini İngiliz kralı ile kıyaslayan General Charles Sherril’e: “Atamız Atatürk’e iftira atmış bir müfteri” mi diyecekler?

Şimdiye kadar dememişler, bundan sonra da diyemezler. Yok!
Onun yaptıklarını bile bile, “mecburiyet” limanına sığınıp, sığ sularda bekleşenlerin gemisi çoktan karaya oturdu!...
Yarın bir gün Hak divanında maruzat arz edeceğiniz zaman, kendinizi hangi makul gerekçeyle savunacaksınız? “Vallahi billahi biz bir şey bilmiyorduk” mu diyeceksiniz? Yok!
“Yoksa”, kendi kendinize yontarak içinize yerleştirdiğiniz görünmeyen putlardan kurtulun! Dışınızdakilerin kendine bile faydası yok. O size bi’şey yapamaz...
*Kaynak: “Rahmetli ‘Gökten İndiği Sanılan Kitapların Dogmaları’ Sayardı İslam’ı, Ama …” -

(Kenan Alpay)


Baran Dergisi 628. Sayı