Evet evet, aynen dediğim gibi, O bir İBDA Cephesi üyesiydi, bütün bir yaşamı boyunca ortaya koyduğu davranışlar İslam(İbda) Cemaati mensubu olmanın getirdiği misallerle doluydu… Cephe faaliyeti damarlarına kadar işlemişti, ne yaptığının, ne yapması gerektiğinin şuurundaydı ve fiili olarak bunun dışında kalamayacağını biliyordu. O da gerekeni yaptı, kabiliyetine göre, derdine göre iş yapmaya, İslam ruh ve ahlakı çerçevesinde meselesini ibda etmeye koyuldu… O bir inkılapçıydı ve bu yüzden “gereken yerde gerekeni yapma” diye Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu tarafından beyinlerimize kazanan ölçüyü, kendi zamanın şahidi olarak yerine getirdi.
Devrinin aksiyon adamıydı, fikirde ve ahlakta iyi bir model olmak için çaba gösteriyordu. Laik batıcı güruhun Kur’an-a olan kinini biliyordu, Şeriat’a karşı olan düşmanlıklarının farkındaydı, milletin hafızasından İslâm’ın silinmesi faaliyetlerini görüyordu. O üzerine düşen vazifeyi, “kendinden zuhur” hikmetinden payla, Ehli Sünnet ve’l Cemaat çerçevesinde yerine getirmeye koyuldu.
Rejim Mukaddes dinimizi öğrenmeyi ve öğretmeyi yasaklamıştı, Kur’an-ı Kerimi Arapça okumayı ve anlamayı yasaklamıştı ve yine rejim İslam Şeriatını, Ehli Sünneti öğrenmeyi ve yaşamayı yasaklamıştı. O İslam Şeriatını Ehli Sünneti öğretmeye koyuldu, Mızraklı İlmihâl ellerde dolaşır, Kur’an dillerde yayılır oldu. O gün ilk basamağı koymuş, ilk adımı atmıştı o. Yerinde saymak ona göre değildi ve kendinden sonra gelenlere de yerinde saymak yakışmazdı. O laik batıcı rejimle hiç uzlaşmadı, aynı noktaya-aynı hedefe hiçbir zaman laiklerle aynı gözle bakmadı. O keyif ve sefahat adamı değil, risksiz rizikosuz resmi daire konumunda bir kurumun müdürü hiç değildi. Öyle olsaydı geçer Diyanet Kurslarına Baş olurdu, gider İmam Hatiplere üstad olurdu. Ama onun kafasında ki hayal; Müslümanları Laik batıcıların tasallutundan kurtarmak, zihinleri iğdiş eden dumura uğratan Kemalist zorbaların işkencelerinden korumaktı. O “gerekeni yapmayı” zamanın şartlarına uygun olarak bu şekilde şuurlaştırmıştı.
Bu hayâli, Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu, dosta düşmana şu şekilde ilan etmiştir:  “İslâm itikad arsasının ölçü ve ölçülendirmelerinin esası üzerine kurulabilecek İslâmî bir dünya görüşü, itikadı yamukluklar gözardı edildi­ği ve bellibaşlı nisbet beyânları yerine getirilme­diği zaman vücut bulmaz... Güya İslâm adına çır­pıştırılmış fikirlerden kurulu köpek kulübesi cinsinden uyduruk oluşumlar bir yana, kelimenin gerçek anlamıyla insan ve toplum meselelerini kuşatıcı İslâmî bir dünya görüşü, ancak "Ehl-i Sünnet" itikadıyla mümkündür; Büyük Doğu-İbda, bu davanın hem tespitçisi ve hem de dünyada "İslâm'ı eşya ve hadiselere tatbik" mevzuundaki tek "sistem" terkibidir!..”(İbda Diyalektiği)
İBDA cephelerinin temel gayesinden biri dilde inkılaptır, hafızada inkılaptır. Süleyman Hilmi Tunahan hazretleri dile ve hafızaya karşı, Laik Batıcı Kemalistlerin saldırıyı boşa çıkarmak, ruhlarda bırakacağı tesiri ve zararı en aza indirmek için can pahası Kur’an Dilini, Anadil çerçevesinde orijinal haliyle, yani “Allah’ça” öğretmeye koyulur. Nitekim Kemalizm harf inkılabı denilen, İncili Dili-Latinceyi Müslümanların başına geçirmiş Kur’an Dili-Arapçayı ise kökten kurutmaya kalkışmıştır. Fakat Süleyman Hilmi Tunahan’ın, Büyükdoğu Mimarı’nın deyişiyle "saldırgan küfre ve onun zehirli oklarına karşı, zırhlı ve tulgalı erlerden kurulu bir ordu yetiştirme dâvası” bu saldırılara karşı muazzam bir set oldu.
Düşman boş durur mu? Şeytan’ın boş durduğu görülmüş mü, nefsin uyuduğu işitilmiş mi? Hiç olacak şey değil! Hele ki İslam(İBDA) cemaatine, cemiyetine muhatapsan, düşman zaten hep peşindedir. Evet İslam düşmanları, Allah düşmanları asala uyumaz, Müslümanları gaflet sarabilir, insanlığı gaflet sarabilir, fakat emin olun gaflet sahibini gaflet sarmaz. Ve düşman yine uyanıktı!
“İlk tevkif ve çilesi 1939 yılında... Kendisini evinden alıp meşhur Birinci Şubenin tabutluklarına tıkıyorlar... Dostları ve yakınları da beraber... Orada, türlü polis işkenceleri altında üç gün kalıyor... Birinci Ağır Ceza Mahkemesine sevkediliyor... Polisin işkencelerine ve nice ifade ve şehadet oyunlarına rağmen Birinci Ağır Ceza Mahkemesi mevkuf olmayarak muhakemesine karar veriyor ve Süleyman Efendi hemen salıveriliyor... Aylarca süren muhakeme neticesinde hüküm: SUÇSUZ OLDUĞU ANLAŞILMAKLA BERAETİNE..
Yine İnönü şekavet devrinde ve ilkinden 4-5 yıl sonra ikinci bir takip ve tevkif... Bu defa Birinci Şube tabutluklarında misafirliği 8 gün devam etmiştir. Polis, bilmem kaç biner mumluk ampullerinden uyumama tecrübelerine kadar elinden gelen işkenceyi ihmal etmiyor... Sulh Ceza Mahkemesi kendisini tevkif ve dostlarını tahliye ettikten sonra Asliye Ceza Mahkemesi karariyle ve kefaletle salıveriliş ve neticede yine beraat...”
1957 “Süleyman Efendi, Kütahya Emniyet Müdürlüğünde... Bütün bir gün ve gece orada bekletiliyor. Sabaha kadar, bu yetmişine merdiven dayamış ihtiyara, sille, tokat, edilmedik cefa bırakılmıyor. Ana - avrat küfürler de cabası... Öyle bir an geliyor ki, Süleyman Efendi zulmün bu derecesine dayanamıyarak bayılıyor. Polis, bayıltmakta olduğu kadar ayıltmakta da ustadır. Yüzüne su serpiyor, kollarını sun'î teneffüs şeklinde' açıp kapıyor ve Süleyman Efendiyi kendine getiriyorlar. İhtiyar din adamı kendine gelir gelmez yine ve yeni küfürler...
Bir bayan hâkim, Süleyman Efendi hakkında verilmiş gıyabî tevkif kararını vicahiye çeviriyor ve buyurun hapishaneye!.. Kütahya hapishanesinde, Süleyman Efendi ve damadından başka, hâdisenin alâkalılariyle beraber Kütahya'lı yakınlarından bazıları... Bunlar, birbirleriyle düşüp kalkmamaları için ayrı koğuşlarda ve tek tek, hırsızlar, kaatiller, ırz düşmanları arasında...”
Bugün Süleyman Hilmi Tunahan Hocaefendinin ızdırapları, çilesi üzerine ihtişamlı binalar yaptırıp, davayı bir adım ileriye götürmeyen rejimle uyumlu, uzlaşmış bir grup elbette Hocaefendi’nin manevi vebali altındadırlar. Konforlu binalar içerisinde ruhunu kaybetmiş insan yetiştirmek yerine, İBDA(İslam) fikir ve aksiyon konforunu bünyeleştirmek, İslâm Şeriat’ının hayata geçirilmesi noktasında risksiz rizikosuz, nefse hiçbir yük yüklemeden yapılan çalışmaları bir tarafa bırakıp, olması ve yapılması gereken ne ise, Süleyman Hilmi Tunahan hazretlerinin zamanın şartlarına göre, kendi biçtiği rol gibi, bugünde rol biçimlenmeli ve dava bir adım daha öteye taşınmalıdır. Ruhları iğdiş eden, fikirleri hadım eden, aksiyonu söndüren ve yok eden yollardan uzak durulmalıdır. Bunda en büyük engel korkak ve ahmak insanların ehil olmadıkları halde, menfaatleri için başta-önde bulunanlardır.
Tarih 1959… Ani bir şeker hastalığı, hızlı bir yükseliş ve ardından ebedi âleme göç… Ancak Süleyman Hilmi Tunahan Hocaefendi’nin cesedine bile tahammülü yoktur. Demokrat Parti mensuplarının (Üstad NFK’nın deyimiyle; Tezatlar hükümetinin siyah kanadının). İlle de polisin açtığı mezara gömülecektir, sürekli takibat ve defin sonuna kadar bekleyiş. Bu defin işlemi bile Süleyman Hilmi Tunahan Hocaefendi’nin davası için çektiği çilenin, ızdırabın boyutunu göstermeye yeter.