İlâhi Berat

-“Zaman ve mekân emrine verilmiştir ve siz bu sırra riayetiniz nisbetinde mekânı döşeyecek ve zamanı işleteceksiniz! Resûl olduğuma inanıyor, fakat memuriyetimi anlayabiliyor musunuz?”

İşte İlâhi berat, zaman hakkında söylenmesi ve benimsenmesi hiçbir kula nasip olmayan büyük sır ve bu sır önünde ulvî varlık muhasebesi!..

Bir şeyin gerçekleşmeden önce mümkün olma özelliği ile var olması… Zamanın maksatlılığı… Bir tecelliden bahsedebilmek için, tecelliden önce, tecelli edenin var olma zarureti… Zamanda varlık’ın, zamanüstü varlığa âidiyeti… “Herkesin hakikati kendine; öyleyse hakikatin hakikati kimde?” suâlinin cevabı… Kronolojik tarihi kendine bağlayan zamansız keyfiyetin maliki… Daha neyin ve neyin sırrını toplayan hakikat, O’nun dudaklarından dökülen tek cümlede ifâdeye ermiştir:  

-“İşte zaman yaratıldı yaratılalı devrini yapa yapa nihayet gaye noktasına erişti!”

Kopukluk ve kesiklik içinde yekpârelik ve bütünlük, bütünlük içinde de kopukluk ve kesikliğin şarkısını söyleyen zaman, “kadans” dedikleri âhenk helezonuna, vakaların posasını değil de ruhunu yerleştirmek işinden başka sanat tanımaz!..

ÇIKIŞ VE İNİŞ

Birinci asrın başlarında söylenen ve ana gaye noktası olarak, Kâinatın Efendisi'nin –Küllî ruh ve nokta-i vahdet olarak- zuhûrunu müjdeleyen sözlerden beri ilâhi berat, zaman, o demlerde aldığı keyfiyet ölçüsü bir yana, kemmiyetler tablosunda 1399 yıl devir üstüne devir tamamlanmış ve 1400’ncü merhaleyi saymaya başlamış bulunuyor… İBDA’nın BÜYÜK DOĞU ile kucaklaştığı ve Büyük Doğu Mimarı  tarafından “Büyük Zuhur” olarak karşılandığı Milâdî 1979 ve Hicri 1400 yılı ve hâlihazır dili ile, sözkonusu merhaleyi muhasebemiz… Aslında kopmaz ve bölünmez olan zaman şeridinin İslâm dünyasında 1400 yıllık akışını şöylece ayırabiliriz:

NUR ASRI’nın dört büyük halife devresini takip ederek Emeviler ve Abbasiler çığırında fildişi kaldırımlı ve billûr kubbeli medeniyet tablosu pırıldatan İslâm… Eşya ve hadiseleri tam bir tahakküm kıskacı içinde zapteden, bu arada türlü kuru akıl oyunlarına getirilen ve 73 kola bölünen, fakat aslâ öz cevheriyle parçalanmayan İslâm… Kendi hesabına göre 15nci asırdaki “Rönesans” davranışına gerekli eski Yunan kaynaklarının tercümelerini batılı “hümanist”lere bağışlayan İslâm… Peşinden, İlâhi kanun icabı kemâl çizgisinden zevâle doğru kayarken saf ve hâlis bir milletin eline geçen ve onun elinde üç asra yakın salîbi Viyana kapılarına, dalâleti de Çaldıran Ovası’na ve Nil Deltası’na kadar kovalayıp, nihayet pörsümeye bırakılmış vecd ve aşkın ağır hesabını vermeye başlayan ve 17., 18., 19. ve 20nci asırlarda tam bir yıkılış bilançosu hâlinde buruş buruş pörsütülen ve nihayet son 50 yılda parça parça edilip çöp tenekesine atılan İslâm…

İslâm'ı, Anadolu çevresinde bu son 4 devresiyle (Hicrî 11.,12.,13. ve 14. Asırlar) ele alıp zamanın Vedâ Haccı'nda Peygamber üslûbuyla dile getirilmiş sırrına bu dört devre içinde nasıl kıyıldığını en kalın çizgilerle resmetmek, tek başına bir esere mevzu büyük çapa nisbetle bir pusulacık bile olsa, istikbâl’in büyük ve kurtarıcı mimarisine ilk malzeme değerindedir. 1400ncü Hicri yıl, İslâm âlemi hesabına, en büyük mücerretle en sert müşahhası tokuşturan bir yanı gayet basit, bir yanı son derece girift bir vakıadır.

Bu, mânevî plânda aksiyonların aksiyonu deminde ele alınmaya layık tek dava, 1400’ün getirdiği bir mânâdır.

KAPATILAN ASIR

… İslâm’ın son 4 asır boyunca zaman ve mekândan düşürülmesi mevzuunda ne olduysa bizde oldu!.. 13ncü Hicrî Asrın ilk çeyreği sonunda, Miladî 20nci Asrın başlarında, Ulu Hâkan'ın yüce şahsında her şey açık bir İslâm tahrifçiliğine dönüştürüldü; ve 1nci Dünya Harbi ile, bütün İslâm âleminin korkulu gözlerini diktiği koca imparatorluk ve Hilâfet müessesesi çöktü, gitti. 

Tam bir asırlık bir Batı Emperyalizmi ve Yahudi-Mason planıydı bu; ve yüzlerce yıldır sınırlarımıza toslaya toslaya başaramadıkları çöküşümüzü, içimizde bir Batıcılık ve Batılılık mihrakı kurarak gerçekleştirmeyi bilmişlerdi. 20nci Asrın getirdiği sanayi ve teknolojik ilerleme ukdesinin neticesi 1nci Dünya Harbinden sonra, İslâm, işte bu asırda ULVÎ MURAKABE’ye kavuşturulacağına büsbütün uzaklaştırıldı ve tek ve kaskatı bir şuur hâlinde, alçalışımızın biricik suçlusu kabul edildi; ona zıt çıkartma kağıdı davranışlarına da “devrim” ismi verildi.

Böylece Türkiye’de bozulan ve 27 yıl bahsinin edilmesine bile izin verilmeyen İslâm, istiklâllerini kazanma yolunda bazı dindaş ülkelerde –hususiyle 2nci Dünya Savaşı arkasından- korkunç bir ters oluşa sahne teşkil etti. Hemen hepsi, kaidesi (halkı) imân ve zirvesi (idarecisi) küfürden başka bir şey olmayan ehramlara benzeyen devletçikler olarak bizim bir nevi maketimizi billûrlaştırdılar ve bizde bozulan bir şeyin bütün İslâm dünyasında bozulmaya mahkûm olduğu ve ancak Türkiye’de düzelirse her yerde kıvamını bulacağı hikmetini ifâdelendirmiş oldular.

İslâm’ın temsil çerçevesinde başına ne geldiyse bu asırda geldi:

İnsanlık her sahada kaç mezhebe el atmışsa, hepsinin doğru yanıyla aslen İslâm’da olduğu, yanlışıyla da panzehirin yine İslâm’da bulunduğu hikmetinden mahrum sosyalizm uyuzları…

Dışarıdan payandalı ahşap bir bina gibi, İslâm'ı koltuk değnekleriyle ayakta tutmaya bakan ve onu topyekûn saffet ve asliyeti için murakabe edemeyen reformcular ve modernistler… Yamalı bohça esnafı…

Vasıfları umumiyetle ahmak, salak, cahil, mukallit, ukalâ, sır idrâkinden yoksun müçtehid taslakları…

Kapatılan Asır, topyekûn insanlık her şubede, dile getirilememek ve şuura çıkarılamaksızın İslâm’a muhtaç hâle gelirken, bu muhtaçların başında yine müslümanların bulunduğu sırrını düğümleyerek geçti, gittti.

BÜYÜK DOĞU-İBDA TARİHİ

TC’ye rıza bir yana, sahabîler devriden başka hiçbir dönemi kendimize örnek almayanız…

Kuru bir temennî ve tekerlemeden ibaret kalmayışımızın delili de, İslâm dünyasında benzeri şöyle dursun, benzerinin benzeri de olmayan “İslâm'a muhatap anlayış” davasının insan ve toplum meselelerinin halli hâlinde sistem örgüsünün mübdîiyiz…

Bu tesbit içinde açıkça ilân edelim ki, kahramanca, fedâkarca, büyük çapta faydalı ve iyi niyetli mücadele ve çabalar zerresi bile görmezden gelinemez bir kıymet ifâde etse de, bunlar zâtî mahiyetleri itibâriyle bir devlet planına geçebilmenin değil, buna malik mihrakın değerlendirilmesine mevzu çalışmalardır… 

Netice olarak; iç oluş’u dış oluş’a çevirici ve ihtilâl sürecini inklâpla kavuşturabilecek bir FİKİR ve AKSİYON mihrakı olan BÜYÜK DOĞU-İBDA, 1919’un “var olma” iradesini temsil etmek bir yana, onun muradı olan istikbâlini de temsil etmektedir.

Teslimiyet ve pasifizm ruhsuzluğunu reddeden…

Eğer Anadolu’nun ayağa kalkışının mânâsı bu olmasaydı, bildik soydan -rejimi rahatsız etmeyecek hoş beş kabilinden- faaliyetler için hiç de TC’ye lüzum olmadığı, aynı faaliyetlerin Avrupa’nın her tarafında da yapılabilmesinden belli değil mi?..

BÜYÜK DOĞU-İBDA netice oluşundan 1919’a bakıldığında, o gün müsbet rey izhâr eden sayısız isim içinde Abdülhakîm Arvasî Hazretlerinin misilsizliği görülür: Bu iş kuru bir “düşmanı kovduk” işi olmadığı gibi, kuru ve lâftan ibaret “İslâm Devleti” tabelâsını asma işi de değildir…

Başlı başına bir dünya görüşü hâlinde ortaya koyduğumuz tarih muhasebemizden anlaşılacağı üzere, eğer “dinsiz TC” yerine İslâmî bir devlet kurulsa veya Osmanlı devam etse bile, onu ideale doğru şekillendirmek çetinliğini –hiç şüphesiz “dinsiz TC” ile mücadeleden çok daha kolay yaşayacaktık… Bu husus “netice oluş” bahsinden değerlendirildiğinde, “teslimiyet ve pasifizim ruhsuzluğunu reddeden” rey sahibinin, istikbâlin meçhul şartlarından gafil bir kişi değil, ihtimâller âleminin mihrak noktasını her şart altında geçerli bir hassa olarak nişanlayan nazar ehli kimliği anlaşılır…

İstiklâl savaşını gayesine ulaştıracak ve mânâlı kılacak olan hareket, BÜYÜK DOĞU-İBDA çizgisidir!..

*İbda Diyalektiği / 2nci Levha

Baran Dergisi 420. Sayısı