İbda külliyatı, bütününü Salih Mirzabeyoğlu’nun kaleme aldığı ve şu an 58 eserden oluşan bir külliyattır. Statik değil her zaman büyüyen ve gelişen, İslâm’ın değişmez ve değiştirilemez bütün emirlerinden feyz alarak, ilhâm alarak zamanın şartlarına uygun hareket kaâbiliyeti geliştirmemizi sağlayan bir dünya görüşünün verimleridir.

Kendi çıkış noktasını “İslâmiyetin emir subaylığı”nı yapan Büyük Doğu’ya nisbet eder ve ele aldığı her meseleyi Büyük Doğu’nun şuur süzgecinden geçirir. Böylelikle, Büyük Doğu’nun, İslâm’ın eski saffet devirlerine ulaşması adına örgüleştirdiği “nasıl” davasının “niçin” buudunu açıcı olur. Elbette bu “açıcılık” sadece şerh mânâsına algılanmamalı; İbda, nisbetini dâima muhafaza eden ve nisbet ettiğindan maâda kendini doğrudan İslâm’ın emirlerine muhatab gören orijinal bir önermedir.
***
İbda Fikriyatı’nın en dikkat çekici özelliği, fikrin mimarının kendi kimlik macerasının, kendinin kim olduğunun, varoluşunun peşinde kendini ararken ortaya çıkan bu arayışın verimleri olması. Bu durumun böyle izâhı ilk telaffuz edildiğinde hiç bilmeyenler için tuhaf gibi gözükse de, bu durumu tuhaf bulanların da kendi varoluşlarını tamamlama sorumluluğu herhâlde empati kurmalarını sağlar… İnsan denen varlık, diğer farklı varlıklardan başka olarak kendi kimliğini bulmak için dünyaya gelir ve bütün bu koşuşturmaca (diyelim) herkesin tek tek kendi varoluşunun gayesini, yani kim olduklarını bulmanın yahut aramanın hikâyesidir. Yahut Şekspir’in ifadesiyle “baştan başa bir aptalın anlattığı masal” içinde geçen bir kovalamaca sayabiliriz bu kimlik macerasını; ayrıca bir mevzudur bu.

Peki, soralım o halde: Tek bir insanın hakikati yahut hakikat diye sunduğu fikirler diğer başka herkesin kendi kimlik macerasını kapsayabilir mi? Ve Sartre’nin “başkası” diye nitelediği (diyelim) bütün kimliklerin bir başkasının kimliği içerisinde mi yer bulacak? Suâlimizi çevirelim: Yahut, bütün bu kimlikler içerisinde her hangi bir başka kimliğin gerçekliğinin bir “başkası”nın kimliğinde, varoluşunda olmadığı ne mâlum? 

Esasında bu mevzu “hakikatin hakikati nerede” hikmetine kıvrılıyor ve bizi varlık’ın, varoluşun nasıl başladığı meselesi önüne getiriyor.

İlk başta anlamalı ve kabul etmeli ki, bütün kâinat zaten bir “başkası” var diye vardır. Bunu reddedecek kafir soyu için ekleyelim: En azından bir Müslüman için böyledir!

Kâinatın Efendisi Allah Resulü “var” diye, o var diye Muhammedî Nur yaratıldığı için “başka” herkes ve her şey vardır. Tabiî ki, bir kafa karışıklığına yol açmamak için, yaratıcının varlığının bizim onu tenzih ettiğimizden de tenzih edilmesi gereken bir noktada (ki o noktanın kendisi de ayrıca yaratıcıdan tenzih edilir) olduğu notunu buraya ekliyoruz.

Demek ki, hayat, gülmemiz, ağlamamız, sevilmemiz, sevmemiz; hülâsa aklımızın kavradığı ve kavramadığı, hatırımıza gelen ve gelmeyen her şey ve “her şey” diye nitelediğimiz her şeyi de içine alan insan idrakinin kavradığı ve insan idrakinin kavrayamayacakları bir “başkası” için var olandır. Böyle olunca da, tabiî olarak “hakikatin hakikati nerede?” suâlinin kapalı kapıları bütün haşmetiyle önümüzde açılıyor. Böylelikle, ilk defa muvazene/denge prensiplerini ortaya koyan Arşimet’in "Bana bir dayanak noktası verin Dünya'yı yerinden oynatayım." sözündeki gibi bir hakikate varır insanoğlu bu hakikat-bilgiyle… Dayanak-nisbet noktamızı işaret ettiğimize göre kimlik meselesinin daha bir anlaşılır olduğunu varsayıyoruz.

Salih Mirzabeyoğlu, kendi kimlik macerasının izinde bütün her şeyi varoluşuna bitişik bir yapıda İbda’nın fikir verimleri olarak sunarken, aynı zamanda varoluşun nasıl bulunması gerektiğini ve “nefsini bilen rabbini bilir” emrinin nasıl algılanması gerektiğinin hem esas hem de usulünü de getirmiş oluyor, bu şekilde gösteriyor. 

Borges’in “Bir adamın rüyası bütün insanların hafızasının ortak bir parçası olur” deyişinin harikalığı bu mevzuun esasını çerçeveler.

Bir çok bakımdan olduğu gibi bu açıdan da İbda’nın orijinal bir fikir sistemi olduğunun altını çizelim.
***
Devre devre büyüyen ve son yüzyılda iyice açığa çıkan insanlığın içine düştüğü buhran ve bu buhranın doğurduğu karmaşa göz önünde bulundurulursa, İbda’nın bu karmaşaya sebeb olan ve sürmesinin sebebi olan her fikir ve hâdise karşısında bir önermesi olduğunu hatırlatmak gerekiyor.

 İbda’yı sadece felsefî bir akım yahut sadece hakikatli fikirlerin bulunduğu görüşler olarak algılamak da yanlış olacaktır; İbda fikriyatı, nisbetini (ne olduğunu yukarıda açıkladık) dâima muhafaza ederek örgüleştirilmiş, eşya ve hâdiseler karşısında her zaman yeniliği arzulayan ve bu yenilikler hakkında ne yapılması gerektiğine dâir fikirleri doğurabilecek bir sistemi barındırır. Burası önemli; siyâsi yahut başka bir hâdise karşısında iki de bir görüşü beklenen siyâsi parti lideri, kurumu yahut dernek başkanı mesabesinde görülüp beyanı istenen değil, önerdiği fikirler silsilesi ile muhatablarına nasıl fikredilmesi ve davranılması gerektiğinin fikrini doğuran, hareket tarzını ilhâm edendir. Zaten apaçık olan bu husus anlaşılmamışsa İbda’nın İ’si dahî anlaşılmamış, kavranılmamış, ona nisbetle hareket tarzları meydana getirilmemiş yahut olanlar Allah’ın büyük bir mucizesiyle meydana gelmiştir.
***  
Mevzumuz ile alakasıyla beraber çağımızın mühim bir problemi olan, aynı zamanda Türkiye’nin bugünkü durumunu yansıtan Malezyalı siyaset-sosyoloji uzmanı Prof. Dr. Chandra Muzaffer’in söylediklerine kulak verelim:

“Dünyanın çeşitli yerlerinden son on beş yirmi yılda iktidara gelmeyi başarmış İslâmî partiler, asıl altta yatan kültürü değiştirmekten çok, yasaları ve politikaları değiştirmek üzerinde yoğunlaşmışlardır. Ne var ki, son tahlilde, bir topluma veya bir medeniyete yeni bir karakter, yeni bir değerler sistemi veya dünya görüşü verecek olan şey, kültürün transformasyonudur.”

Prof. Dr. Chandra Muzaffer’in söylediklerini bir de kendimizden eklemelerle şöyle tekrar edelim:
(Dünyanın çeşitli yerlerinden son on beş-yirmi yılda iktidara gelmeyi başarmış İslami partiler, asıl altta yatan kültürü değiştirmekten çok, yasaları ve politikaları değiştirmek üzerinde yoğunlaşmışlardır. Ne var ki, son tahlilde, bir topluma veya bir medeniyete yeni bir karakter, yeni bir değerler sistemi veya dünya görüşü verecek olan şeye, yani İBDA GİBİ kültürün transformasyonunu gerçekleştirecek fikirlere ihtiyacımız vardır.)

“İBDA” dediğimizde kafalarda uyanması yahut uyandırılması gereken başlıca hususlardan birisi de budur bizce.
***
Salih Mirzabeyoğlu’nda fikrî derinlik ve tecridin had safhada olduğunu biliyoruz; çünkü bilmeli ki, hiçbir şey bilmeyen bir insan bile güzel bir mimârî yapı karşısında hayret eder ve ona hayranlık besler. Bu misalden maâda söyleyebiliriz ki, Mirzabeyoğlu fikrî derinlik ile ilmî verileri, ilâhî yöne bakan sezgi-ilhâm ile çabayı birleştirmiş ve bunu bir dünya görüşü olarak sunabilmiş nadir yazarlardandır. Güzel söz söyleyenlerle güzel aforizmalar savuranları, ilmî verileri tesbit edip bunları derleyenler ile sadece felsefî önermelerde bulunanlarının ayrımını kim kabul etmez?

Mirzabeyoğlu ise, her birinden ayrı bir pay sahibi olarak hepsinin esasını tek bir esasa bağlayan görüşleriyle -İbda Fikriyatı- zamanının ve kendi zamanından önceki bir çok ilim ve fikir adamından ayrı bir yer ve ehemmiyete sahiptir.

Bu açıdan bakarak söylersek, Batı Dünyası’nın temel dayanağı olan bütün verilerin künhüne inerek meseleleri İslâm’ın yani şeriat ve tasavvufun önünde hesaba çeken eserleri, bir kere Doğu’dan çok Batı’nın muhtaç olduğu eser ve fikirlerdir. Çünkü bunalımının kaynağını tek-tük seslerle de olsa fark eden Batı adamının bir türlü içinden çıkamadığı meseleleri, bırakalım fikir adamları ve felsefecileri, her hangi bir eğitim görmemiş bir insanın bile anlayacağı bir şekilde izâh etmiştir. Burada dikkat edilmesi gereken, Batı’nın buhranını fark etmesi ve o meselelere çözüm bulması değil, aynı zamanda bunları bütün bir şekilde ifade edebilme kuvvetidir. (ifade edebilmek’in altını çiziyoruz)  

İslâm dünyası ve kültür birikimi açısından bakarsak, kendi tarihî seyri içinde olgunlaşan ve olgunlaşırken ister-istemez ortaya çıkan bir çok tefrikaya sebeb olan hususların önce çözülmüş ve sonra da mezcedilmiş bir biçimde bütün bir fikre nisbet edildiğini görüyoruz Mirzabeyoğu Külliyatı’nda. Yani, kelamcıların tartışmalarından tutalım “zayıf hadis” karmaşasından Vahdeti Vücûd ve Vahdeti Şuhûd’a kadar ne kadar mesele varsa kendi fikrinin bütünlüğü içinde izâh edilmiş ve nisbet noktaları birleştirilmiş bir vaziyettedir. Bu açıdan söylersek İbda fikriyatına nazaran İslâmî meselelerde tefrikaya düşenler ya cahil yahut da kasten bu hususlar üzerindedirler. 

Bu açıdan bakıldığında ise, Batı’nın problemlerinin esasında Doğu’nun problemleri olduğunu ve Doğu’nun meselelerinin aslı-esası çözülmeden Batı dünyasından bir ulvî fışkırış beklemenin zor olduğunu söyleyebiliriz. Allahuâlem böyle bir fışkırışın vuku bulması da olsa olsa yine Doğu tandanslı olacaktır. Bu mesele üzerinde durmamızın sebebi, eğer İbda gibi orijinal bir teklif, fikir ve değerler sistemi olmadan yahut da, İbda’nın önerdiği teklifleri öneren başka bir fikir sistemi olmadan dünyanın içinde bulunduğu buhran ya yüzyıllar boyu sürecek yahut da dünya büsbütün kendini imhâ ederek sadece hiçliğe mahkûm olacaktır.

Türkiye’ye baktığımızda ise, hâlâ elindeki kıymetli elmasın değil de başkalarının ışıltılı ama çok ses çıkaran tenekelerinin peşinde koşan çocuk zihniyetlileri görüyoruz. Ama bunlar, çocuklar gibi masum değil... 



Baran Dergisi 389. Sayı.