İbn Teymiyye (ö. 728/1328); kendini itikaden Selef’e, amelî olarak İmam Ahmed bin Hanbel’in mezhebine izafe eder. Ancak devrinde, içinde yetiştiği Hanbelî çevrelerde bile ifrat görüşlerinden dolayı eleştirilip kınanmıştır. İbn Teymiyye’nin görüşlerini Ehl-i Sünnet’in metod ve anlayışı açısından değerlendireceğiz. Yazımızın başında Selefîlik hakkında bilgi verelim.

Selefîlik
Önce şu hususun altını çizelim. Selefîlik (Selefiyye) akımı ile İslâm’ın bilhassa ilk asrını ifade eden selef (selef-i salihin) farklı şeylerdir. Selefîlik, İbn Teymiyye eliyle kurulmuş olup Vehhabîler eliyle Suudi Arabistan’da devletleştiği gibi, “Yeni Selefîlik” diye aynı çizginin devamı söz konusudur. Günümüzde Selefîliği kabaca ikiye ayırabiliriz. Suud Selefîliği ve İhvan Selefîliği. İhvan Selefîliği, tekfirci değil, tebliğcidir. “İhvan-ı harekî” veya “Hareketü’s-sahve” deniyor kendilerine. Şu an Suud rejiminin Amerikan yanlısı politikalarına karşılar ve mensupları hapisteler. 

Selefe tâbi olmak ile Selefîyye diye ayrı bir mezheb benimsemek farklı şeylerdir. Ehl-i Sünnet mensupları selefe sonsuz sevgi ve saygı beslerler, ancak onları mezheb olarak görmezler. Zaten Selefin de cüziyyat ve tafsilat üzerinde farklı görüşleri vardır, dolayısıyla Selefîyye diye bir mezhebten bahsedilemez. İbn Teymiyye, Vehhabîler ve Yeni Selefîlerin yaptıkları ise “Selefîyye” ismi altında kendi anlayışlarını, kendi metodlarını empoze etmekten ibarettir. Hicretten 6 asır sonra ortaya çıkan, çağında bazı tartışmalar çıkartan ve ölümünden sonra unutulan İbn Teymiyye, ondan 4 asır sonra M. b. Abdülvehhap eliyle diriltilmiştir. 

 Modern Selefîlik ise XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ıslah ve tecdid faaliyetleriyle birlikte Efganî, Abduh, Reşit Rıza gibi isimlerle yayılmıştır. Selefî olduğunu iddia edenler arasında bir birlik yoktur. Zira metod olmadan birlik olmaz. Modernistler, reformistler, mealciler ve ilk döneme dönmekten bahsedenler de Selefîler diye anılırlar. Mezheb tanımama ve gelenek karşıtlığında müşterektirler, ancak aralarında da farklılıklar vardır. Kendilerine Selefîyye diyenler her ne kadar bir mezheb olmadıklarını iddia etseler bile, itikaden ve amelen farklı görüşleri vardır ve müstakil olarak bir mezheb olarak değerlendirilmek zorundadırlar. İbn Teymiyye-Vehhabî çizgisi olarak Selefîyye’den bahsediyoruz. Belli başlı özelliklerini verelim.

1-Ameli, imanın rüknü olarak görürler. Günah işleyenlere karşı katı davranırlar. Onları birçok noktada şirke girmekle suçlarlar.

2-Tevhid ilkesini, geçmiş ulemada olmayan “rubûbiyyet, ulûhiyyet” gibi bir ayrıma tâbi tutarak, yine bu ilkelerden ulûhiyyetin çiğnendiğini iddia ederek bilhassa tasavvufu kabul eden Müslümanları şirkle itham ederler. Türbe ziyareti, dua ve istiane gibi amelleri tevhide aykırı görürler. Şefaati de inkâr ederler. Mezar ziyaretlerine karşı oldukları için onlara “mabed yıkıcıları” denmiştir. Hülasa, kendi akıllarına göre yeni bir tevhid anlayışı ortaya atarlar. 

3-Tekfircidirler. Onların anlayışına uymayan birçok ameli şirk olarak görürler ve Müslümanları birçok yönden tekfir ederler.

4- Haberî sıfatları olduğu gibi kabul edip Allah’a cisim isnad ederler. Mücessimeye düşerler.

5-Zahirci ve lafızcıdırlar, tevile yanaşmazlar. İmam Eşârî ve İmam Maturidî’yi tevil yaptıkları için şiddetle eleştirirler. 

6-Kendi anlayışlarına uymayanları bidatçilik ve şirkle suçlarlar. Ehl-i Sünnet’in büyük imamlarını eleştirdikleri gibi, halef metodunu da kabul etmezler. Kelamcılara ve müçtehid imamlara karşıdırlar; ancak kendileri kelamcı gibi davranmaktan ve içtihad yapmaktan geri durmazlar.

7-Tesbih çekme, minare ve kubbe, satranç ve sigara gibi fiillere dahi şirk gözüyle bakmışlardır. (Bilhassa Vehhabîler.) Osmanlı kültürünü temsil eden mimarî eserleri tahrip etmişlerdir. 

8-Mezheb tanımazlar. Onların, “Hanbelîyiz!” demeleri, Ahmed b. Hanbel’e bağlı olduklarından değil, kendilerini maskeleme ihtiyacındandır. 

9-Haşviyye ile Hariciliğin bileşkesi olarak görülebilirler. Nassların zahiri ve kuru anlamını ele almaları ve aklî delilleri göz ardı etmelerinden dolayı Zahirîlik mezhebinden de etkilenmişlerdir.   

İbn Teymiyye’nin Metodu
İlmini ve müktesebatını Ehl-i Sünnet’e borçlu olmasına rağmen, İbn Teymiyye yeni bir metod ve anlayış iddiasında bulunarak Ehl-i Sünnet’e aykırı birçok görüş beyan etmiştir. İbn Teymiyye’nin çizgisi, “Selefîlik” diye ayrı bir yoldur.

Öyle ki Ehl-i Sünnet’in itikatta iki temel mezhebi olan Mâtürîdî ve Eş’arî mezhebine müntesip Müslümanları “Ehl-i Zeyğ-Sapkınlık” ile suçlayarak İmâm Mâtürîdî ve İmâm Eş’arî’ye sert eleştiriler yöneltmiştir. İbn Teymiyye önce Hanbelî mezhebinden devam ediyor. Sonra “Ben mutlak müçtehidim.” diyerek kendi mezhebini kuruyor. Ondan sonra hiç bir mezheb tanımıyor. İbn Teymiyye, Hanbelî mezhebine fıkhî ve itikadî açıdan da karşı gelmiştir. Mesela, talak mevzuunda Hanbeliliğe itiraz ediyor.

Devrinin Hanbelî uleması tarafından yargılandı. Kahire’de mücessime görüşlerinden ve daha sonra Şam’da kabir ziyaretlerine karşı verdiği fetvalardan dolayı hapse atıldı. Ölümü de Şam’da hapiste oldu. Devrinde İbn Batuta, İbn Hacer el-Heytemî, Takiyyuddin es-Subkî, Kemaleddin ibnü’z Zemlekânî, Şıhabuddin ibn Cehbel ve Ebu Hayyan gibi âlimler tarafından İbn Teymiyye’nin görüşleri tenkit edilmiş olsa da onu övenler de olmuş ve onun İslâm itikadını ifsad eden görüşleri gereken ciddiyetle ele alınmamıştır.

Zaman zaman tevil yapsa da temelde zâhirci-lâfızcı bir âlim olan İbn Teymiyye’nin üslubu şeriatı zorlaştırıcı ve daraltıcıdır. Her türlü mecazı reddeden İbn Teymiyye, Kur’ân’da, Sünnet’te ve Arap dilince mecazı kabul etmez. (1)

Büyük bir velî olan Muhyiddin-i Arâbî’yi küfürle suçlayan İbn Teymiyye, İmâm Gazâlî’yi de felsefeci bir grup olan Sâbiîlerin fikirlerini almakla itham eder. Ancak kendisi, karşı olduğu felsefî fikirlerden ve kirlilikten de kurtulamaz. Aristo’nun illet prensibini açıkça kabullenir ve bunun gibi felsefecilerin “esas nev’in (cins) ezelî oluşu ve cüz’i aynilerin hâdis oluşu” görüşlerine sahip çıkar ve böylece kendisi bid’ate düşmüş olur.  

İbn Teymiyye, devamlı bid’atlere karşı çıkmaktan bahsetmiş ancak yıktığı bir bid’at de olmamış, devamlı eleştiride kalmış, eleştirilerinde de aşırıya kaçarak, Müslümanların bazı nafile ibadetlerini (mezarlarda dua, tevessül vb.) temel itikadî bir mesele görüp onları şirkle (küfürle) itham etmiştir. Halbuki dua ve istianeden (yardım istemekten) şirk sonucu çıkarmak ancak aklın varacağı bir hezeyandır. Allah’a bir aracı ile yalvarmak, O’na ortak koşmak olarak değerlendirilemez. Öyle ki, peygamberler de bir aracıdır ve ellerimizi kaldırıp “Peygamberin yüzüsuyu hürmetine” diye dua ederiz... İbn Teymiyye, dinin aslında olmayan meseleleri dinin aslına sokarak bid’atçı ve dini içten zedeleyici olmuştur.

İbn Teymiyye’ye onu eleştiren bir âlimin kitabını gösteriyorlar. O ise kitaba baktıktan sonra hışımla yere fırlatıyor. “Kitabda âyet vardı, yere atılması doğru değil.” diye tepki gösteren yardımcısına tepkisi ise daha büyük bir edep cürmü işler nitelikteydi: “Hz. Mûsâ da kavmine kızıp Allah’tan kendisine gelen tabletleri yere atmadı mı?” Bu cevabda öncelikle kıyasta hadsizlik ve edebsizlik var. Ayrıca, Hz. Mûsâ’nın tepkisi kendisinin yokluğunda puta tapınan kavmine idi. İbn Teymiyye’nin benzetmesi her iki bakımdan da haddi aşıyor, gurur ve kendini beğenmişlik tezahür ediyor...

İbn Teymiyye’nin eserlerini tetkik edenler farkeder ki, Allah’ın ayetlerini ve Resulünün sünnetlerini anlama ve tevil etme hakkını sadece kendinde görür. Öyle ki kendi anlayışına uymayanlara ictihad hakkı tanımamakta, hemen bid’at ve şirk kılıcına başvurmaktadır. Bu aceleciliği ve kendine güveni bir ilim adamına ve Müslümanda olması gereken “sır idrakı”na yakışmaz. 

İbn Teymiyye’nin Mücessime Görüşleri
İbn Teymiyye, Allah’ın haberî sıfatlarını (el, yüz, istivâ, nüzûl gibi) tamamen zâhirine göre ele alarak mücessimî görüşlere saptı. (2) Ehl-i Sünnet ulema bu görüşlerinden dolayı İbn Teymiyye’yi Allah’ı insana benzetmekle (teşbih) ve Cenab-ı Hakkın ezelî sıfatlarını reddeden “muattıla” ile aynı kanaatte olmakla itham eder. İbn Teymiyye sık sık, “selef, selef” diye vurgu yapmasına rağmen haberi sıfatlarda selef gibi susup keyfiyetini Allah’a havale etmemiş, “Allah’ın eli, yüzü vardır.” diyerek aynen zâhiriyle kabul etmiştir. Selef’ten olan İmam Malik, haberî sıfatlara “kudret” demiyor, “keyfiyetini bilmiyoruz” diyor. Ancak “Hakikî mânâdadır.” demiyor. İbn Teymiyye ve Selefîler ise, “Hakikî mânâdadır.” diyorlar. “Künhünü bilmeyiz.” diyorlar ama hakiki mânâsını kabul ediyorlar. 

Selef uleması haberî sıfatlarda (Allah’ın eli, yüzü, gözü, nüzulü, istivası gibi ayetler) “keyfiyetini bilmeyiz!” diyerek zahirî mânâya gitmemiş ve bir nev’î “icmalî tevil” yapmış iken, İbn Teymiyye onların “Keyfiyetini bilmeyiz!” ifadesini de gerekçe yaparak hiçbir tevil şekline yanaşmamış ve esasen mecazı da genel olarak reddettiği için zahirî mânâda ısrar etmiş ve böylece hem selef-i salihin yolundan ayrılmış hem de tecsime (Allah’a cisimlere mahsus özellikler atfetme) düşmüştür. Onun “Keyfiyetini bilmeyiz!” ifadesi tecsime gitmediğine gerekçe gösterilemez. Zira el, göz, yüz, inmek, tahta oturmak (istiva) gibi ifadelerden öncelikle hakiki mânâyı anlarız. Eğer zahirî ve hakikî anlamda alır ve hiçbir şekilde tevile gitmezsek, mahlûka benzetmiş oluruz. Önce teşbih sonrasında ise tecsime (Allah korusun) düşmüş oluruz. Mesela “Allah’ın eli vardır” dersek bizim aklımıza ilk gelen bildiğimiz mânâda eldir, zira başka “el” bilmiyoruz. Ancak “Valinin eli şehrin üzerindedir.” misalindeki gibi anlarsak sorun olmaz. İbn Teymiyye, “Haberî sıfatlar hakiki anlamda caiz değildir.” demiyor. Selef ise (Selef-i Salihîn) haberî sıfatlar mevzuunda, “Biz bunu Allah’a tefviz (havale) ederiz.” der. Yani hakiki mânâda almaz. Halef ise (Ehl-i Sünnet) tevil ve tenzih eder. Selefîler/Vehhabîler ise teşbih ve tecsim eder.

İbn Teymiyye, “Allah bir mahalde durur, istikrar eder.” diyerek Allah’ı cismin vasıflarıyla vasıflandırır. Sonra, “Lakin bizim gibi değil.” der, ancak bu ifadeler onu kurtarmaz. Şu sözler ona aittir: 

“Rahman arşa istiva etti.” (Taha Suresi 5. ayet) buyurduğu gibi Allah arşa istiva etmiştir. “Celal ve ikram sahibi Allah’ın vechi (yüzü) bâki kalır.” (Rahman suresi 27. ayet) buyurduğu gibi vechi (yüzü) vardır. “Bilakis onun iki eli de açıktır.” (Maide suresi 64. ayet) ile “iki elimle yarattığım şey” (Sa’d suresi 75. ayet) buyurduğu gibi iki eli vardır. “Gemi gözlerimin önünde akıp gidiyordu.” (Kamer suresi 14. ayet) buyurduğu gibi, O’nun keyfiyetini bilemediğimiz şekilde iki gözü vardır. Kim Allah’ın ismi zatının gayrıdır derse dalalete düşmüş olur. (İbn Teymiyye, Feteva’l-Kübra, VI, 656)   

Kahire’de dört kâdil-kudât’ın katıldığı bir mahkemede yargılanan İbn Teymiyye, Allah Teâlâ’yı insan suretinde algılamak cürmünden dolayı Kahire Kalesi’ne hapsedilir.

Tasavvufa Bakışı
Onun başka bir ifrad görüşü ise tasavvufa karşı oluşu ve Allah’a her türlü aracı koşmayı şirk kabul edişidir. Allah’a ulaştırmak için vasıta kılınmasını hiçbir şekilde kabul etmedi. Mezar ziyaretlerini ve yardım isteme ve vesile mânâsında dua ve istiâneyi şirk olarak görmüş, tasavvufa savaş açmış, âdeta ruh ve ruhaniyeti inkâr eder olmuştur. Öyle ki, Allah Resûlü’nün kabrine yönelerek dua etmeye bile karşı çıkar ve en son Şam’da hapse bu yüzden atılır. Bir fetvasında, “Peygamberlerin ve Salihlerin kabirlerini bir ihtiyaç için veya aracı yapmak için veya onların yanında duâ ve namaz daha faziletlidir diye ziyaret etmek dalalettir, şirktir, bid’attir.” (3) demeye kadar varmıştır. Böylece Hâricîler gibi tekfîrcilik yolunu seçmiştir.  

İbn Teymiyye ve Vehhabîlik
Kendisinin ilmi olması ve çok eser vermiş olması haklılığına gerekçe olamayacağı gibi, onun eserlerinden ümmete bir fayda gelmemiş, İmâm Gazâlî gibi İslâm’ın önünü açıcı bir yenilik getiremediği gibi, İslâm ümmeti içinde tartışmalara yol açmış, sonra kendisi ve fikirleri unutulmuş, ancak Necid’de ondan 4 asır sonra Muhammed b. Abdülvehhab eliyle fikirleri yeniden yeşertilmiştir. Vehhâbîlik elinde İbn Teymiyye’nin yolu tamamen zâhirci, bağnaz ve katı bir şekle bürünmüş, Osmanlı’yı yıkan İngilizler eliyle Suudi Arabistan’da Vehhâbîler kendi devletine kavuş(turul)muştur. İbn Teymiyye’nin düşünceleri oryantalistlere ilham verici olmuş; Yahudi-Hristiyan kırması Batı emperyalizminin İslâm dünyasını, özelde Osmanlı Devleti’ni parçalamak ve yıkmak için manivelâ vazifesi görmüştür. İslâm’ın modernize edilmesi, Mezheb(sizlik) tartışmaları, Telfik-i Mezahib, Yeni Selefilik gibi konular bu minvalde değerlendirilmelidir.

Kimsenin hakkını yememek ve eleştirilerimizde bile hakkaniyetten ayrılmamak için şunu da açıklayalım. İbn Teymiyye selefiliğin kurucusudur, ancak İbn Teymiyye’nin ilmi derinliği olmasına nazaran onun takipçisi olan ve Vehhabiliğin kurucusu M. b. Abdülvehhab sığ ve katı biridir. İbn Teymiyye, bir bütün olarak iyi bir metodoloji ile anlaşılması gereken biridir. 

İbn Teymiyye’nin İlmî Yönü
Önceleri Ehl-i Sünnetin bilhassa hadis alanında hatırı sayılır âlimlerinden idi. Ancak geleneği tamamen reddetmesi ve kendi aklını merkeze alması, ehl-i hadisin de dışına bir alana savrulmasına ve “Selefîlik” diye yeni bir yol icat etmesine yol açar. Böylece okuduğu ilme de ihanet etmiş, Ehl-i Sünnet çerçevesinin dışına çıkmış oldu. 

O kadar çok ve karışık yazmış, nassları bolca sıralamıştır ki, onun üslubunda zorluk vardır. Bazı mevzuuları da sarahatle söylememiş, kafa karışıklıkları ve onu kurtarma çabaları da buradan doğmuştur. Ancak bir bütün olarak ve sahih bir anlayış çerçevesinden ona baktığımızda, zahirciliği aşırıya vardırdığını, ruhsuz ve kuru bir İslamcılığı savunduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Katı bir zahirci ve tasavvuf karşıtı olup, ruh ve ruhaniyeti inkâra varıcı bir sistem geliştirdiğinden Üstad Necip Fazıl, “Doğru Yolun Sapık Kolları” eserinde onun hakkında, “İslâmî materyalizm” gibi bir tanımlamada bulunmuştur. 

Gerçek bir ilim ehlinin, mecazı da reddeden İbn Teymiyye’nin usulünü benimsemesi mümkün değildir. Ancak “haşyet” ve “sır idrakı”na sahip “ilim ehli”nden bahsediyoruz. Zevkî selim-kalbî selim sahibi hiçbir Müslüman ondan hazzedemez.

Türkçeye çevrilen İbn Teymiyye külliyatının (şu an 8 cildi yayınlandı) belli başlı bahislerini okudum. Eğer Ehl-i Sünnet itikadına teslim olmayan biri olsa idim, dua eden, kabirleri ziyaret eden kimseleri görünce hemen müşrik diye damgalamak ve fırsat bulursa elime kazmayı alıp mezarları yıkmak ister idim. Maalesef İbn Teymiyye’nin ısrarla vurgu yaptığı hususlardır bunlar.

Hacimli eserler vermiş, ancak eserleri düzensiz olup üslûbunda ise sözü uzatmaktan (itnab) dolayı tekrarlar vardır. İbn Teymiyye, beş satırda yazılacak şeyi elli satırda yazmıştır. Güçlü bir hafızası, yoğun bir ilmi ve aksiyonu (Şiîlere ve Moğollara karşı savaşlara bizzat katılmış) olmasına rağmen irfanı yoktu. İnsanın bilgisi artsa da bilgeliği artmayabilir. Âlim olsa da ârif olmayabilir. Ârif, âlimden üstündür. Onun için irfanı olmayanın bilgisi arttıkça zihin karışıklığı, cahilliği ve kendini beğenmişliği de artar. Öyle ki, bütüne nisbetini kaybeden, kendini bütün yerine koyar. İbn Teymiyye’nin, bütün ulemayı reddedici ve kendi yorumlarına uymayanları tekfirci tavrından dolayı bütün bunları söylemek ihtiyacı duyuyoruz. Sadece ilim kâfi değildir.

Osmanlı uleması hiçbir şekilde kendisine itibar etmemiş ve fikirlerini ciddiye almamıştır. İslâm itikadına aykırı görüşlerinden dolayı, son devrin büyük velîsi Esseyid Abdülhakîm Arvasî Hazretleri tarafından “Dini içinden yıkan kâfir.” olarak damgalanmıştır. İbn Teymiyye’nin “indirilen din-uydurulan” din söylemi de çok sorunludur ve günümüzdeki sapkınların kullandığı bir dildir. Bütün ulemayı ve onların onayladığı geleneği bid’at ve İslâm’ın dışına çıkmakla itham etmektedir. Tekfirde aceleci davranmış, başkalarını itikadî sapkınlıkla suçlarken kendisi ifrad bir kutba düşmüş, bunu fark edememiştir. Fikirlerinde samimidir, ancak düştüğü dalaletten çıkamamıştır.

İbn Teymiyye, eserlerinde, âyet ve hadislerin yanında Ehl-i Sünnet büyüklerinin sözlerini de kendi iddialarına delil olarak sıkça yer verir. Okuyan ise onun Ehl-i Sünnete bağlı bir âlim olduğunu zanneder. Halbuki onun iddialarının temeline inince “çukulatayla kaplı bir zehir” ile karşılaşırız. Zira İslam büyüklerinin sözlerini işine geldiği gibi kullanmakta mâhirdir. Selef ulemasını da kendi ön yargılarına göre değerlendirdiği gibi işine gelmeyen âyet ve hadisleri de görmezden gelir. Eserlerinde, “Bu hususta icma vardır.” dediği bazı noktalarda ise aslında icma yoktur, kendi görüşlerine destek için bunu yapar. Hakkını teslim etmek gerek; ayet, hadis ve ulemanın sözlerini kendi mantalitesine göre iyi sıralıyor ve uzun uzun anlatarak beyin yıkıyor. Subliminal mesaj veriyor, diyebiliriz.  

Akademik camiada, her ne kadar onun fikirlerindeki açmazlar bilinse bile, “ilmîlik” adına garip bir İbn Teymiyye hayranlığı vardır. Halbuki ilim sahibi olmak, her zaman haklı olmak mânâsına gelmez. Biz, İbn Teymiyye’nin ilmini değil, müfrid görüşlerini, tekfirciliğini ve aceleciliğini eleştiriyoruz. Esasında onun ilmî müktesebatı İslâm’ın malıdır. Zaten İbn Teymiyye de ilmi zembille gökten almadı, devrinin Ehl-i Sünnet ulemasından özellikle kendisinin de mensub olduğu, ulema yetiştirmekle maruf Hanbelî aileden almıştır. Ancak daha sonra onlara sâdık kalmamıştır. Eğer ilminden dolayı birilerine hayranlık duyacaksak, birçok oryantalistin ilmi yüksek idi, onlara saygı duymamız gerekir. Şu bilinen bir husustur ki, hak ve hakikate hizmet etmeyen ilmin Allah nazarında bir kıymeti yoktur. “Faydasız ilimden Allah’a sığınırım!” hadisini hatırlatalım.

İbn Teymiyye ve Modernizm
İbn Teymiyye’nin kimsenin peşinden gitmemesi ve kendi aklını rehber edinmesi modernist ve mezheb tanımaz ilahiyatçı ve benzerlerinin hoşuna gitmiş olup, onun fikirlerini almasalar bile bu usulünü benimsemişlerdir. Halbuki kendinden başka bir rehber tanımayan aklın varacağı nokta “akıl hezeyanı”dır. Zira aklın dışarıdan kontrolü şarttır. İbn Teymiyye de ilmine ve aklına çok güvenmiş ve geçmiş ulemayı insafsızca eleştirmiş, ancak “akıl hezeyanı”na varmaktan kurtulamamıştır. Doğru başlamış, ancak yanlış bitirmiştir. 

İbn Teymiyye’nin “ilk döneme dönme” (selefilik) görüşü ise Arapçılık cereyanı ile örtüşmüş, Vehhabilik ile Arapçılık beraber yürümüştür. Bugün modern Selefilik denen akımın öncüleri olan Afgani, Abduh ve Reşit Rıza da onun etkisinde kalarak tasavvufa ve geleneğe karşı olan isimlerdir. Gelenek düşmanlığı hususunda oryantalizm, Selefilik/Vehhabilik ve modernizmin örtüştüğünü ve birçok noktada ittifak yaptığını da belirtelim. Bu üçlü, Ehl-i Sünnet ve gelenek düşmanlığında birleşirler. Reformist-modernist zihniyette olan Abduh’un ıslah hareketine de “Selefiyye” denmektedir. Ancak o, Suud Selefîliğini eleştirir.

İbn Teymiyye’nin cehennemin ebedî oluşunu inkâr ettiğini de hatırlatalım.

Selefîlerde Mezheb ve Usûl
Selefîlerin “Hanbeliyim!” demeleri laftadır, dillerinin ucuyladır. Çünkü mezheb demek bir usûl demektir. Onların ise bir usulleri yok. Selefîler/Vehhabîler, “Fıkhu’s-Sünne” kitaplarında kaypaklık yapıyorlar. Mesela, dün kadınlara araba kullanmayı yasaklamışlardı, bugün ise serbest bırakıyorlar. “Sünnet, sünnet!” diyorlar, amellerine bakın! Şimdi İsrail’le ilişki kurmanın dinî zeminini oluşturuyorlar. Eskiden bunun aleyhinde dinî argümanlar sıralıyorlardı. Ölçüleri istedikleri gibi eğip bükmeye başka bir misâl: İbn Teymiyye, “Ancak üç mescide ziyaret için gidilir.” hadisini kendi önyargısına göre yorumlayıp, Allah Resûlü’nün mübarek kabirlerinin ibadet amacıyla ziyaret edilemeyeceği sonucuna varmıştır. Osmanlı’yı yıkan İngilizler eliyle Vehhabilere devlet kurdurulunca Medine’de, Cennetü’l Bakî’de sahabî mezarlarını dozerlerle dümdüz ettiklerini de hatırlatalım. 

Selefîler/Vehhabiler bir şeyhe bağlanmayı (rabıta etmeyi) şirk olarak görmelerine karşın kendileri İbn Teymiyye’yi şeyhten öte bir otorite hükmünde görürler. Bu iddiayı reddederler ancak, bakış açıları ve nisbetleri bizi doğrular. Öyle ki İbn Teymiyye’nin bakış açısına uymayan hadisler varsa senedlerinde bir kusur aranıp reddedilir, tevile karşı olmalarına rağmen âyetler de tevil edilir veya görmezden gelinir. Şabloncu bir kafaya sahip olup kendilerini “mutlak doğru” kabul ederler. Bu kimlik sayesinde “toplumsal enaniyet” tohumları ekerler.

Cihad kavramını bolca kullanırlar. Ancak bu da sadece sözde ve ifsad edici düzeydedir. Bunu da Muhammed Selman’ın ağzından ikrar etmişlerdir.

 “Selefîyye” mezhebi, İbn Teymiyye’nin düşünce ve anlayışına (yorumuna) tâbi olmaktır. Selefe tâbi olma ise, aralarında ictihaddan kaynaklı farklı görüşler olsa da İslâm’ın ilk üç asırdaki Müslümanları toptan sevmedir ve bunun da adı Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’tir. Ramazan el-Bûtî “Selefîyye” isimli eserinde, “Selefiyye sonradan ortaya çıkmış bid’at bir mezhebtir.” başlıklı bahsinde şöyle diyor: 

“Şayet Müslüman kendisini günümüzde Selefîyye diye isimlendirilen bir mezhebe mensup olduğunu düşünürse şüphesiz o bid’at ehli olur. Çünkü ‘Selefîyye’ kavramının tercümesi, ya “Ehl-i sünnet ve’l-cemaat” kavramına uygundur, ki bu durumda selefin kullanmadığı bir ismi İslâm cemaatlerinin içerisine sokmak suretiyle yeni bir bid’at oluşturmuş ve Müslümanlar arasına daha önce mevcut olmayan ayrılık ve nifak tohumu ekmiş olur; ya da Selefîyye kavramı Ehl-i sünnet kavramına uygun düşmez; ve günümüzdeki durum da böyledir. Zaten bu durumda sonradan türetilmiş yapısından dolayı bid’at oluşu ortadadır. Selefin üzerinde ittifak ettiği Ehl-i sünnet ve’l-cemaat kavramı yerine böyle ne olduğu belli olmayan batıl bir delaletle bayraklaştırılıp yüceltilen bir ismin getirilmesi ve Müslüman cemaatlerin bünyesinden (Ehl-i sünnet ve’l-cemaat) kopartılarak yeni bir İslâm cemaati görüntüsüyle ortaya çıkarılması kendi başına onun bid’at oluşunun kanıtıdır.” (4)

Aralarındaki ihtilafa rağmen Türkiye’deki Ehl-i Bid’at fırkaları, Şiîsinden Selefîsine, Reformistinden Mealcisine kadar, Ehl-i Sünnet, tasavvuf ve BD-İBDA’ya karşı olmada birleşirler. Ancak, bu topraklarda kökleri olmadığı için sadece kafa karıştırmaya devam ederler. Şu noktayı özellikle vurgulayalım ki, Ehl-i Sünnet’i savunmak için gelenek tekrarından öte, onu yürüten ideolojik şuura ihtiyaç vardır ve bu ise BD-İBDA İslâm’a Muhatap Anlayışı’dır. Aksi hâlde konu tekrardan ve savunmadan ibaret kalır ve bu hâl karşı tarafı yaşatan husus olur.

Sonuç
Bir bütün olarak İbn Teymiyye’yi şöyle değerlendirebiliriz: Sahih İslâm geleneğini reddederek bilhassa tevhid ve şirk kavramlarını bağlamlarından kopararak, Müslümanlara karşı sık sık şirk ve küfür suçlamalarında bulunmuş, tekfircilik yapmış ve ifrada sapan görüşleriyle dini içten tahrip edici bir rol oynamış, aşırı zâhirciliği ve lafızcılığı ise onu tasavvufu inkara ve ruhsuz bir İslâm anlayışına götürmüş ve tabiri caizse “itikad akrebi” olmuştur. İlmini ve aklını tek rehber edinmiş, hiçbir baş tanımamış, neticede “akıl hezeyanı”na varmıştır.

İnceleme ve araştırmamızın neticesini kısaca ifade edelim. İbn Teymiyye, bazı meselelerde ifrada kaydığından cumhuru’l-ulemaca hüsnü kabul görmemiştir. İbn Teymiyye’nin görüşleri ve metodu, İslâmî anlayışa zıt ve dalalettir. (5)
 
Kaynaklar
1- İbn Teymiyye, Mecmûu’l-Fetâvâ (1-37) nşr. Abdurrahman Muhammed b. Kasım, y.y., 2004, c.7, s. 87-88; Cilt XX, s. 403. Bu konu ile ilgili yüksek lisans tezi için bk. Hülya Afacan, Dilde Mecazın Reddi: İbn Teymiyye Örneği, Sakarya Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2014.
2- İbn Teymiyye, Fetâva’l-Kübrâ, Beyrut, 2002, VI, 656.
3- İbn Teymiyye, Mecmûu’l-Fetâvâ, Medine, 1416/1995, Cilt XVII, s. 471.
4- Ramazan el-Bûtî, Selefiyye, trc. Vecihi Sönmez, Ehl-i Sünnet vel Cemaat Yayınları. İstanbul, 2009, s. 204 
5- Bu mevzuda. bk. Ahmed Davudoğlu, Dini Tamir Dâvasında Din Tahripçileri, Bedir Yayınevi; Necip Fazıl Kısakürek, Doğru Yolun Sapık Kolları, Büyük Doğu Yayınları; Ramazan el-Bûtî, Selefiyye, trc. Vecihi Sönmez, Ehl-i Sünnet vel Cemaat Yayınları; İhsan Şenocak, İbn Teymiyye’nin İtikadi Görüşleri, 17 Kasım 2015, ihsansenocak.com.


Baran Dergisi 681. Sayı

30.01.2020