İbni Teymiyye hatırı sayılır bir hadis âlimi iken ifrad görüşlerinden dolayı başta Hanefî fukaha olmak üzere cumhur-u ulema tarafından eleştirilmiştir. Onu popüler yapan ise üç asır sonra gelen ve Vehhabîliğin kurucusu olan Muhammed bin Abdülvehhab olmuştur.

Osmanlı’yı yıkan İngilizlerin desteğiyle Suud ailesi Arabistan’da Vehhabîliği devletleştirmiştir. Daha önce Osmanlı’ya isyan eden ve Medine’yi basıp çoluk çocuk katleden Suud ailesini Mısır valisi yakalamış ve İstanbul’da idam ettirmiş idi. Sünnî Osmanlı’nın yıkılışıyla İslâm âlemi başsız kalmış, 1932’de resmî Vehhabî devletinin yanısıra 1979’da Şiî İran devleti de kurulmuştur. Fakat İslâm’ın omurgası olan Sünnîlerin bir devleti henüz yoktur. Sünnî geleneğe sahip olan İslâm ülkeleri de, İslâm’a muhatap anlayış tesis edilemediğinden liberal-muhafazakâr çizgidedir ve Vehhabî-Şiî propagandasına da açıktır.

Tenkidde Temel Ölçü
Müfrid İbni Teymiyye taraftarları olduğu gibi, aynı onlar gibi sığ karşı çıkanlar da var. Bir de ikisinin arasında ortayı bulanlar var. Bizim tavrımız Ehl-i Sünnet ölçülerine bağlı düşünce sistematiğine uygun olanıdır, yani hakikate uygun olandır. Kısır tartışmalara biz de karşıyız ama ortayı bulmak gibi muvazaacı bir mizaç da doğru değildir. Yani hakikat ne ise odur. İbni Teymiyye’nin hezeyana varan aklına karşı olmak, inanç sistemimiz gereğidir. İlim adamı ve tarafsız kisvesi altında hak ve hakikatten vazgeçilmez. Takım tutar gibi de kimseye düşmanlık yapma derdinde değiliz. Bazıları merhamete gelip, “adama çok yüklenmiyor musunuz?” deme derdindeler. Hâlbuki mesele, merhamet meselesi veya şahıs meselesi değil, fikir ve hakikat meselesidir. İşi şahıs veya cedel meselesine dökenlerden ise uzak durmak, faydasız polemiklerle vakit kaybetmemek açısından önemlidir. Kurtuluş Yolu’na bağlı ne üretiyoruz, faydalı neler yapıyoruz, mühim olan budur. Binlerce Ehl-i Sünnet uleması varken, itikadî, amelî vs. meseleler vuzuha kavuşturulmuşken sivrilik yapmaya yani Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok. Bizim yapmamız gereken bu sahih geleneğimiz üzerine neler inşa etmemiz gerektiğidir. Çağımızın meselelerini İslâm’a muhatap anlayış ile çözmemizdir.
Gayemiz hakikati bulmak ve söz konusu fikirlerin İslâm’a uyup uymadığını bilmek. Ruhu ve ruhaniyeti inkâra varan bir anlayış, mezardaki mü’minleri mânen de “ölü” kabul etmek, Allah’ı yarattıklarına benzetmek vs. görüşler yanlıştır, bâtıldır, İslâm anlayışına terstir. Bu kişinin âlim veya mücahid olması bir şeyi değiştirmez. Mücahidliği fikirlerinin doğruluğu-yanlışlığı hakkında bir kriter olamaz. Ayrıca Mücahidliğinin yanlış mecralara gittiği iddiaları da var. Çünkü Memluk sultanını Müslüman olan İlhanlılara karşı savaşa teşvik etmiştir. Mesela İbni Haldun, sosyolojinin babası sayılır; fakat toplum ve devletlere determinizme göre ömür biçmesi doğru değildir. Keza İbni Sina İslâm’ın yetiştirdiği bir ilim ve tıp adamıdır. Fakat Aristo felsefesinin müridi olması nasıl savunulur? Aynı eleştirilere “İslâm filozofları” denen Farabî ve el Kindî de dâhildir. Onların müktesebatını çöpe atalım demiyoruz; kriterimiz şahıslar değil, ölçüler olsun. Ölçüleri parıldatan şahsiyetler olsun.
Temel ölçümüzü koyduktan sonra mevzuumuza dönebiliriz. Önce İbni Teymiyye üzerinde duralım, sonra takipçilerini ele alalım.

Hayatı ve Eserleri
Hadisçi, fıkıhçı, hatip ve cedelci olan İbni Teymiyye Miladî 1243’de Harran’da doğar. Dedesi ve babası Hanefî zahir âlimi, dayıları ise tasavvuf ehli idi. Devrinin İslâm ilimlerini tahsil etti, Ehli Sünnet ve Hanbelî çevrede yetişti. Babasından boşalan müderrislik vazifesini yaptı. Hadis ve tefsir dersleri verdi. Meliklere siyasî danışmanlık yaptı, çeşitli dinî ve siyasî tartışmalara girdi. Cihada teşvik için görevlendirildi, kendi de Moğollara karşı savaştı. Akidet-ül Hameviyye kitabında sıfatlar konusunda yaklaşımından dolayı teşbihle suçlandı. Muhyiddin-i Arabî’nin görüşlerini tenkid etti, hatta O’nu kâfirlikle itham ederek “şeyh-ül ekfer / kâfirlerin şeyhi” dedi. El-Akıdet-ül Vasıtıyye kitabı da tartışmalara yol açtı. Kahire’ye çağrılıp Hanbelî ulemasınca sigaya çekildi ve mücessime görüşleri nedeniyle Kahire kalesine hapsedildi. Daha sonra Şam’a döndü. Peygamberlerin mezarları ile mukaddes makamların ziyaret edilmesi hakkında verdiği fetvalar ve bu konuya dâir yazdığı risaleler sebebiyle yine tutuklandı ve Sultan’ın emriyle fetva vermesi yasaklandı. Daha önce talak mevzuunda Hanbelî mezhebine aykırı verdiği fetvalar yasaklanmıştı. Hapiste de mezarları ziyaret ve tevessülle ilgili sert görüşleri olan risaleler yazdı. Şikâyet üzerine elinden, kâğıdı, kalemi ve mürekkebi alındı. Bu muamele ona çok ağır geldi, kendisini ibadete verdiyse bile üzüntüsünden hastalandı. 1328’de hapishanede vefat etti. (1) Ben bunu biraz yazmak hırsı olarak yorumluyorum, biraz tasavvufî terbiye alsa idi son demlerini daha iyi değerlendirirdi diye düşünüyorum.

Eserleri üzerinde duralım: Kelamla ilgili birçok eseri vardır. Münhacü’s Sünne’de Şia’nın ve Kaderiyye’nin kelamî görüşlerini reddederken, Hüccetül İslâm İmam-ı Gazali’ye de reddiye yazar. Sanki İmam-ı Gazalî selefe karşı imiş gibi kelama dair görüşlerine eleştiriler getirir ve zayıf hadis kullandığı iddiasıyla sistemini eleştirir. Zayıf hadisin de hadis olduğunu ve yerine göre kullanılabileceğini belirtelim ve toptancı bir kafaya sahip olan ve kendince bir selef takıntısı olan (dikkat edin Selefîyim demekle selefe bağlı olunamaz, onların muradına uygun olunamaz) İbni Teymiyye’nin kalem oklarından mensup olduğu söylenen Hanbelî mezhebi âlimleri de nasibini alır. Hâlbuki Hanbelîlik itikad arsasında İbni Teymiyyecilik yer bulamaz. Buluyorsa bu Hanbelîlik değil, İbni Teymiyye mezhepçiliğidir. Bu arada “taassubun” Vehhabî ve Şiîlerde müşahade edildiğini, Ehl-i Sünnet’in taassub değil, itidal yolu olduğunu da ekleyelim. İbni Teymiyye’nin muradı bu olmayabilir, ama sahih çizgiyi inkâr edip, “kafasındakine göre takılma” geleneğini, yani böyle bir yol-mezhebi kuran kişidir... Kıraat ve tefsirle alâkalı eserleri de vardır. Kur’an’ı baştan sona tefsir etmemiştir. Tefsir usûlüyle ilgili eserini meşhur müellifler (İbni Âbidin) kaynaklarında kullanmıştır. Yani İbni Teymiyye’nin her söylediği yanlıştır şeklinde toptancı bir tavır doğru değildir.

İbni Teymiyye, Ehl-i Sünnet ve tasavvuf çevresinde yetişmesine ve âlim olan ailesi Hanbelî olmasına rağmen, kendisi üzerinde yükseldiği geleneği inkâr ederek ortaya çıktı. Fakat bunca eser vermesine rağmen neyi yenilediği, hangi bidati ayıkladığı belli olmadı. Daha çok tartışmaları, sivri dili, inatçılığı ve hırsı ile tanındı. İslâm’ın yükselişi için getirdiği bir sistem yoktu. İmam-ı Gazalî gibi değildi. Arabî gibi sistem kuruculuğu ve fikir genişliği yoktu. Saldırganlığı ile temayüz etmiş ama bir şey de yıkmış değildi. Sadece dinde reform ve yenilik heveslilerine cesaret verdi. Ve bilhassa 19. asırda, İslâm âleminin gerilediği bir dönemde modern reformcular tarafından baş tacı edildi. Devrine ve sonrasına sanıldığı kadar etkisi olmayan, etkisi meydana getirdiği mezar ziyaretlerine sert tavrı, Allah’ın sıfatlarını insana benzetmesi, Hazret-i Ömer ve Ali’yi eleştirileri gibi ümmette tartışma ve fitneye yol açacak konular idi. Yani, bunca eser vermesine rağmen (500 civarında olduğu söyleniyor, günümüze 70’i gelmiş) getirdiği bir yenilik, bir sistem yok. İslâm binası üzerine bir kat çıkmamış, sadece önceki katları taşlamıştır. Ve bu kötü gelenek, İslâm’ın gücünü yitirdiği son asırlarda revaç kazanmıştır, fakat İslâm âlemine tartışmalardan, mihraksızlıktan başka bir şey kazandırmamıştır.

İbni Teymiyye ve Selef
Selef yolundan gitmek diye bir şey söyler ama selefin dönemi başta asr-ı saadet idi ve onları kuru kuruya taklid ile o devre ulaşamayız. Yani, ne kadar uğraşsak da selef olamayız, çünkü selef her zaman bizim üstümüzdedir. Selefi taklitçilik yol değil, onları örnek almak yoldur. Günümüzde selefi mânâ olarak nasıl yaşatırızı düşünüyor isek, burada “biz” devreye gireriz. Yani çağımızda İslâm’a muhatap anlayış zarureti devreye girer. Yoksa bütün geleneği karalayarak, ulema ve meşayıha gerek yok diyerek, -haşa- “Kur’an ve Sünnet’e direkt biz nasıl muhatap oluruz, nasıl peygamberi gören sahabî derecesine ulaşırız?” diyerek bu iş olmaz. İşte İbni Teymiyye’nin anlamadığı temel husus budur. Bir İslâm büyüğü (Hindistan’ın büyük âlimi Mevlevî Abdülhay Lüknevî) İbni Teymiyye için “ilmi çok, aklı az” demişti. Öyle ki, savunduğu görüşleri daha ileriye götürse sünnet de kalmayacaktı, bunu idrak edemiyor. Zaten o yoldan gidenler “Peygambersiz İslâm” denilen, “bize Kur’an yeter!” çizgisine geldiler. İbni Teymiyye ortam itibariyle bunları akıl edemedi mi, yoksa etti de burada durdu mu bilmiyoruz ama her iki halde de fena! Kendini selef yerine koyup Kur’an tefsiri yapmasına dikkat. Peygamberin masumluğunu eleştiren görüşlerini de buna ilave edersek, daha da vahim… Kendisinin sivri dilli ve velüd olduğunu biliyoruz; velüd fakat cevâmiu’l kelim –az sözle çok şey söyleyen- değil, çünkü beş satırda söylenecek şeyi elli satırda söylüyor. Müctehidleri beğenmiyor ama kendi müctehidlik yapıyor. Öyle ki mensup olduğu Hanbelî mezhebinin fetvalarını da beğenmiyordu.

Aslında İbni Teymiyye’yi sevenler onu değil kendi akıllarını seviyorlar. Herhangi bir hoca, şeyh, önder, âlim, pir vs. olmadan nefsanî ve başıboş akıl yürütmenin rahatlığını seviyorlar. Yani, İbni Teymiyye bahane, başıboş akıl ve müctehidlik şahane!

İmam-ı Suyutî Hazretleri şöyle diyor: “İbni Teymiyye, kibirliydi, kendini beğenirdi. Herkesten üstün görünmek, karşısındakini küçümsemek, büyüklerle alay etmek âdetiydi.” (Kamul-Muarıd)

Akîm Muhakeme
İbni Teymiyye, Kuran-ı Kerim’den ve sahih “kabul ettiği” hadis-i şeriflerden kendi anladıklarına “münezzel din-indirilen din” diyerek seleflerinden (Selefiyecilik diyorlar ama İbni Teymiyye’den önceki altı asır da onun selefi oluyor) ayrılığa yol açar. Ama bu yoldan bilhassa İslâmî otorite ve tenkidin kaybolduğu son asırlarda türlü türlü sapkınlıklar boy gösterir. “Kuran İslâm’ı” diyen deist Yaşar Nuri gibilerin boy göstereceğini tabiî ki İbni Teymiyye de bilemez. Aklın hezeyanlarının nerelere varacağını hesaplayabilseydi bu görüşleri de savunamazdı. Yani, kendi aklını da ileriye götürememiş veya sonucundan ürküp durmuştur.

Günümüzde sıkça başvurulan şu aldatmacaya da dikkat etmek gerekir. “Mezhep taassubu” diyerek mezheplerin lüzumsuzluğuna yol açılmak isteniyor. Din taassubu yapanlar var diye dine gerek yok diyemeyeceğimiz gibi böyle bir mantık doğru değil. Mühim olan taassuba karşı olmaktır, hak mezhebe değil.
İbni Teymiyye cennetin ebedî olmadığını iddia eder. Çünkü akıl bunu anlamaz. İşte mesele buradadır. Aklın anlamadığı şeyleri reddetmek tehlikeli noktalara varır. İbni Teymiyye ve yolundan gidenlere temel eleştiri buradadır. Bu iman ve itikada taalluk eden bir meseledir. Bu kafa yapısı sakattır, Müslüman’a göre değildir. Çünkü akla kalsa, ebedî cennet ve cehennemi kabul etmez. Fakat Allah böyle buyurmuş. Aklın almadı diye delilleri zorlayıp eğip bükmeye gerek yok. Tekrar altını çizersek, mesele herhangi bir mevzu (arşa istiva, talak, cennetin ebediliği vs.) değil, bu düşünce tarzıdır, İslâm ve imanla bağdaşmaz. Demek ki biz İbni Teymiyye tartışması yapmak, delil yorumlarına girmek, farklı düşünenlerden kendimize destek bulmak derdinde değiliz. Diyoruz ki, akıl-vahiy çatışmasında ölçümüz vahiydir. Ve nisbetini, usulünü kaybeden aklın nerede duracağı belli olmaz.

İbni Teymiyye ve Tasavvuf
 “İbni Teymiyye zühd ve takva sahibi olup aslında tasavvufa karşı değil” deniyor. İlk asır mutasavvıflarından övgü ile bahseden eserleri misal veriliyor. Ve ilave ediliyor, tasavvuf yani bir tarikata girmek şart mı?

İslâm’ın zahiri şeriat, bâtını tasavvuftur. Bu mânâda tasavvuf İslâm’ın derinlik, ahlâk ve nefs tezkiyesi (iç temizlik) boyutudur. Zühd ve takva ise bu amaca uygun olmalıdır. Yani riyazet için riyazet yapmak, Stoacılar gibi nefse eza yapmak İslâm’ın istediği değildir. İbni Teymiyye’nin zühd ve takvasına, kendi davasını sonuna kadar savunmasına bir şey demiyoruz. En basit bir ilim ve sanatı bile hocasız öğrenmek mümkün olmadığına göre, hem zühd ve takvayı kabul edip, hoca ve mürşidin aracılığını niye kabul etmiyor? Kendisi hadis ve fıkıh âlimliğini kime borçlu? Sahabîler devrine yetişip seleften mi aldı? Resûlullah’tan veya Kur’an’dan doğrudan mı aldı?

Zühd ve takva, “namazında-niyazında” mevzuu üzerine müsaadenizle bir şey söylemek istiyorum. Sözüm kimseye değil, bu anlayıştaki Müslümanlara. Haricîler de namaz kılmaktan alınlarında nasır olmuştu fakat Hazret-i Ali Efendimizi kâfirlikle suçlayarak iğrenç katliamlar yaptılar, isyan ettiler. Ve Hazret-i Ali onların “sofuluğuna” bakmadan yakaladıklarını kılıçtan geçirdi. Bir başka misal: Fetöcülerin bunca itikadî, amelî ve siyasî cinayetlerine rağmen onların namaz kılmalarından dolayı takdir eden ve savunan saf kardeşlerimize de hak vermemiz gerekir ki, asıl cinayet bu olur.



Herkesi Bid’atçilikle Suçlayan Bid’atçi
İbni Teymiyye’nin Selefî tavrı İslâm düşüncesini daraltıcıdır. Her şeyi bid’at görmesi de günümüzde DAİŞ ve benzerlerinde gördüğümüz gibi dar kafalılığa ve tekfirciliğe yol açmıştır. Aslında kendi dine hurafe katmıştır diyebiliriz. Bir yandan taklide karşı çıktığını söylerken öte yandan selefi taklid etmekten bahsediyor. Fakat selefi de kendi düşüncelerine göre değerlendiriyor. Yani İbni Teymiyye de selef anlayışı sakattır, selef-i salihinle ilgili değildir. Şunu ifade edelim ki; Ehl-i Sünnet’in ilk safhası olarak selefi salihin gösterilir. Asıl selefe ve Ehl-i Beyt’e bağlılık Ehl-i Sünnet anlayışındadır.

Çağdaş Selefîler, “Donukluğu aşma ve ıslah düşüncesiyle İslâm’a hareket kazandırdığı”nı (Diyanet Ansiklopedisi İbni Teymiyye maddesinde de bu görülüyor) iddia etse de İbni Teymiyye’nin ulemanın kabulüne zıt olarak, icmânın kapsamını daraltması, sahabî icmâlarına bile sınırlama koyması (katî icma, zannî icmâ ayrımı yapması) fıkhî kıyas kullanmaması ve fakihlere sert eleştiriler yapması ama kendisinin cedel ve tartışmalarda mantıkî kıyası oldukça sık kullanması gibi hususlar donuklaşmayı teşvik edicidir. Fakat kendi anlayışıyla çelişir şekilde yani bütün bu daraltmaların aksine eline kalemi aldığında tutku ile fıkıhta, itikadda vs. içtihadlar yapmaktadır. Öyle ki uzun uzun yazarak, delillerine kendine göre kabul ve reddederek, bir yerde tevil olmaz dediğini başka bir yerde tevil getirerek bunu yapar. Mesela sayacağımız şu fetvaları nereden almıştır, seleften mi görmüştür: Kısa yolculukta bile seferî namaz kılınacağı, meyve suyu vs. ile taharet olacağı, kaza namazı kılınamayacağı, Ramazan’da vakit çıktı zannıyla yiyenin kaza etmeyeceği, mestlerin ayakları tam kapatma şartı olmadığı, sütkardeşlerin evlenebileceği, yemin maksadıyla yapılan talakın geçersiz olacağı ve kabirlerin ibadet maksadıyla ziyaret edilemeyeceği, vd… Bu gibi fetvaları neye dayandırmaktadır?

Yalnızca Hazret-i Peygamber’in kabrini ziyaret için yapılan yolculuğun haram olduğunu (Mecmuu’l Fetava, XXVIII, 184-193) söyleme cüretinde bulunur. İbadet maksadıyla enbiya ve salih kişilerin mezarlarını ziyaret etmenin aynı zamanda tevessül inancını da içermesi sebebiyle tevhid akidesini zedeleyici ve şirk olduğunu söyler. İbni Teymiyye, belki bilinmez ama, kendisinden iki yüzyıl önce gelmiş İmam-ı Gazali’nin yaptığına benzer şekilde dini hurafelerden temizleyip arındırmak ve aslına döndürmek istemiştir; ama eline yüzüne bulaştırmış, arındıracağım diye dine hurafeler eklemiş, hiçbir sorunu çözmediği gibi, mezar ziyaretlerini şirkle suçlamış, Allah’a mekân ve cihet isnad etmek gibi akla-irfana-ferasete sığmaz hezeyanlarda bulunmuştur ve İbni Teymiyye sevdalığı neden yapılır anlaşılmaz bir hâldir. İnsan onun kınayıp yerdiği, hatta küfürle itham ettiği Gazali’yi, Arabi’yi okuyunca bir kemal zevki bulurken, Teymiyye’de polemik ve tutarsızlıktan başka bir şeyle karşılaşmıyor; hiçbir şey kazanamıyor. Buna rağmen, kimler ve neden teşvik ediyor, bu lobi nereden destek alıyor?

İbni Teymiyye’de Usûl: Keyfe keder
İbni Teymiyye’nin usulünden bahsedelim. Mahmud Efendi cemaatinden İbni Teymiyye’nin eserlerini asıllarına bakarak tetkik eden Ömer Faruk Korkmaz’ın tesbitlerini vermek istiyoruz. İbni Teymiyye seleften istediklerinden delil alır. Sonra bu değerlendirmeyi genelleştirir. “Bunda icmâ var” der. (Dikkat edin icmâı daraltan kendisi iken işine geldiğinde çok geniş kullanır, hatta bunda icmâ var diye uydurur). Buna uymayanları ise dalaletle suçlar. Ve dalalet fırkalarını sayar. Ehl-i Sünnet’i ise bunların arasında “cehmiye” diye zikreder. Bir hadise bir yerde mevzu (uydurma) demiş, diğer yerde hasen demiş. Onu seven Zehebî bile inatçılığı hususunda ona nasihat etmiştir. Kafasına göre hükmü belirliyor, ona uyan hadisleri alıyor, uymayanlara uydurma diyor. Mecmuu’l Fetava’da  “Ben selefi salihin tamamının itikadını toplamış adamım. Sadece İmam Ahmed bin Hanbel’in değil” (3. Cild S. 169) diyor. Her mevzuun sonunda, “selefin icmâı var, İmam Ahmed bin Hanbel’in görüşüdür” diye kendi görüşünü sunuyor. Selef diye Sahabî, Tabiin, Tebe-i Tabiin vs. kastediyor. Allah Resûlü’nün övdüğü üç asır. Selefe atfettiği görüşler selefle örtüşmüyor. Bu hususta eseler yazılmıştır. İmam Subkî, İbni Hacer Heytemî vs. reddiyeler yazmıştır.

Allah’a Cisim İsnadı ve Tefsirde Tutarsızlığı
İbni Teymiyye hem selefin yolundan gittiğini söyleyerek tevile karşı geliyor ama ayetleri tevil ederek mücessime görüşlere kayıyor, Allah’ın Arş’ın üzerinde oturduğunu isbata uğraşıyor. “Allah, Kürsî üzerine oturur, arşı kaplamıştır” (Mecmuu’l Fetava 5. Cild S.567). “Allah’ın kendi bildiği haddi var, başkası bilmiyor” (Beyan Telbis el-Cehmiyye I. Cilt S. 433). “Allah Teala kürsî üzerine oturur. Kürsî’de bir mekân boş bırakmış orada da Resûlullah’ı oturtmuş” (Mecmuu’l Fetava, El Akidetül Hamaviye- Ermihletül Arşiyye). Bu konuyla alakalı olarak Zahid’ül Kevserî şunları demektedir: “İbni Teymiyye ve yandaşlarından önce, insanlardan böylesi akılsızca söz söyleyen bir kimseyi bilmiyorum. Bu öyle cinnet getirmektir ki, üzerinde hiçbir cinnet getirmek yoktur. Allah, onların vasfettiklerinden münezzehtir.” (Makalatu’l Kevserî, 301)

Mücessime demek, Allah’a cisim isnad etmek demektir. Allah’a miktar, hisse, aza, his vs. isnad eder ve Allah’ın sıfatları da sonradan olmadır derler. İbni Teymiyye, 10 ciltlik Beyanu Telbisul Cehmiyye kitabında (1. Cilt S. 9) “Bir şey varsa cisimdir. Cisim olmayan şey yok demektir. Allah Teâlâ ise mevcuttur. Bu görüş fıtrata ve akla yakındır. Kelamcıların bu husustaki görüşü yanlıştır” diyor. İbni Teymiyye aynı eserin 3. Cildinde, “Allah bir mahalde durur, istikrar eder” diyerek cisim vasıflarıyla vasıflandırıyor ve sonunda ilave ediyor “lakin bizim gibi değil.” Şimdi bu ne demek? Minhacü’s Sünne eserinde, dualarda elleri yukarı kaldırmamızı mücessime görüşlerine delil yapar. Muvafakatü’l Sarih (II. Cild, S. 293) ve Beyanu Telbisul Cehmiyye’de (I. Cild) “kâfirlerle Müslümanlar Allah semadadır diyor. Allah’ın haddi-hududu vardır. Fakat mahlûkattan ayrılıyor. Kim buna inanmazsa kâfir olur. Allah’ın indirdiğini inkâr etmiş olur” diyor.

Ne diyelim, sır idraki olmayınca insan aklının nerelere gideceği, ne gibi yorumlara sapacağı belli olmuyor. İbni Teymiyye Kahire’de dört kâdi’il-kudât’ın katıldığı bir mahkemede Allah Teâlâ’yı insan suretinde algılama cürmünden dolayı Kahire kalesine hapsedildi. Kendi dinî anlayışına “münezzel din-indirilen din” diyen İbni Teymiyye mezhebini de “münezzihe/tenzih eden” diye isimlendirmiştir. Fakat iddiaları tam tersi bir durum doğurmuştur. Tenkid ettiği mücessime görüşlerine Allah’a mekân isnad ederek kendi düşer. Müteşabih ayetleri zahirleri ile tefsir eden İbni Teymiyye’nin benimsediği tefsir usulü iddia ettiği gibi selefin usulü değildir. Zira onlar müteşabih ayetler hakkında ne bâtınî, ne de zahirî bir yorumda bulunmamışlar, “sır idraki” içinde mevzuya bakmışlardır.

Bu kadar yazmanın tesiriyle mi, taşkın tavrından mıdır bilmem, İbni Teymiyye kendi içinde çelişkilerle doludur. Müteşabih ayetleri zahirî mânâlarıyla tefsir etmesine rağmen, cennet nimetlerini mecazî tefsir eder, Allah’ın arşa istiva etmesini de yorumlar. Selef tarafından tefviz (Allah’a havale etme), halef tarafından tevil sistemi kullanılan Kur’an delillerini o işine geldiği gibi almıştır. Karşı olması ve hücumlarıyla tanınmış, nerede durduğu anlaşılmamış, bir sistem bütünlüğünde seslenmemiştir. “Selef selef” demesine rağmen Sahabî’ye aşırı tenkidlerde bulunmuştur. Akideye dair yazdığı Fetava’l Kübra ve el-Vasıta diye de bilinen el-Akidet-ül Vasıtıye adlı eserinde teşbih ve tecsime kayan (Allahü Teâlâ’nın cisim olduğu ve insana benzediği yolunda) fikirler ileri sürdü. Çok sayıda talebesi vardı ama İbnül Kayyım dışında hiçbirisi hocaları kadar aşırıya gitmemiş, Ehl-i Sünnet dairesinden çıkmamışlardır. Sahabeye bakış, sığ ve sivri düşünce bakımından Hâricîlik, Allah’ın cisim olduğu hususunda Mücessime, nasları sadece zahiriyle anlama ve mecaza gitmeme hususunda zahiriye mezhebine benzetebiliriz. (2) Ve bu eklektik yapı ve nevi şahsına münhasır çelişkileri de (nisbetsizliğin tutarsızlığı) ilave edelim.

Başta Ibn Cema’a, Ebul-Hasan Subkî, İbni Hacer Askalanî, İmam Sûyûtî, İmam Şa’rânî, İbni Hacer Mekkî, Ahmed Sâvî, Abülhay Luknevî, Yusuf Nebhânî, Habibül-Hak Permulî olmak üzere pek çok mühim âlim, İbni Teymiyye’nin fikirlerine reddiye yazmıştır. Zahid Kevserî, Yusuf en-Nebhanî, Muhammed Ebu Zehra, Said Ramazan el-Butî ve Esseyyid Abdülhakîm Arvasî Hazretleri gibi âlimler tarafından reddedilmiştir.
Şam ulemasından Muhammed Ali Bey, Hıttatüş Şam kitabında diyor ki:

“İbni Teymiyye’nin hedefi, Luther adındaki papazın hedefine benzer. Fakat Hıristiyanlığın müceddidi muvaffak oldu. İslâm müceddidi olamadı.”

Belli bir usulü ve sistematiği olmadığı için Eşarîleri aklîlikle suçlarken kendi naslar üzerinde aklî davranmış, pratikte teorisini tekzip etmiştir. Madem selef var, bunca eser vermek niye? Selefin rivayetlerini derlemekle yetinmeli değil miydi? Telif ettiği hacimli eserlerinin düzensizliğinden ve üslubundaki itnâb (mübalağa) eğiliminden kaynaklanan tekrarlar, görüşlerinin ve tenkidlerinin anlaşılmasını zorlaştırmıştır. (3) Bununla beraber “güçlü bir mütefekkir” ve “tenkidleri önemli ölçüde metodolojik” ve “ortaya çıkan düşünce buhranını aslî kaynaklar olan Kur’an, Sünnet ve bunlara doğrudan muhatap olan Selef çizgisi doğrultusunda çözme amacına ömrünü adamış bir İslâm mütefekkiri olarak görülmeli” (4) demekle tarafsız ve bilimsel (akademik) olacağını iddia etmek, hakkın tarafını incitmek ve çelişkileri meşrulaştırmaktan başka bir şey değildir. Ve güya ilmi olanların düştükleri en hafif durum budur. Daha ilmi (!) olanlar ise usulü kaybedip müctehidliğe soyunmuştur.

Ehl-i Sünnet’in tekfircilikten uzak durduğu ve bu kelimeyi mecbur olmazsa ağzına almadığı, böyle bir edeb ve estetik ölçüsü takip ettiği malûmdur. Tekfirin iki ucu keskin kılıç olduğunu, mevzumuzla alâkalı ibretamiz bir şekilde misallendiren Mustafa Kara’nın şu ifadelerini verelim:

“Fikirlerinden dolayı mü’minleri tekfir etmede aşırı giden İbni Teymiyye, dikkat çekici bir husustur ki, bugün kendisi dini içinden zedeleyen kâfir olarak nitelendirilmektedir.” (5)

Şirke karşı olduklarını iddia ederek neredeyse her vasıtayı şirk gözüyle değerlendirirken, Allah’a mekân ve cisim isnad ederek putperestliğe benzer hâle kendileri düşerler. Eğer bütün ayetleri zahiri ile anlayacak ve tevile ve mecaz mânâya hamletmeyecek isek Fetih Suresi’nde geçen, Hudeybiye biatında Allah’ın eli sahabîlerle beraber Resûlü’nün eli üzerinde olduğuna dâir ifadeleri aynen zahiriyle anlamamız gerekir ki, sahabîlerin Allah’ın eli hakkında haşa neden bir tasvirde bulunmadığını sormak zorundayız. Zira İbni Teymiyye mantığına göre Allah’ın eli de yeryüzüne inip Resûlü’nün ve sahabîlerinin elleri üzerine zahiren konmuş olması gerekir idi? Kuru akılcılığın “tevhid” ve “nass” diyerek tevhidi ve nassları nasıl iptal ettiği ve çukura yuvarlandığına misaller çoktur. Eğitim sistemimizde carî olan Batı rasyonalizminin teşvikiyle de tüm mezhepsiz-reformistler İslâm inanç sistemini akıllarına göre eğip bükmüş, hepsi cürmüne bakmadan içtihada yeltenmiş, öyle ki bu yolu açanlar bile bundan şikâyet eder hâle gelmiştir.

Başkasına Yasak, İbni Teymiyye’ye Hak
Üstad Necip Fazıl, ilim adamının yakalayamayacağı bir hikmetle “Doğru Yolun Sapık Kolları” eserinde ifrad ve tefrid kutuplarını işaretlemiş ve böylece İslâm’ın özünü kir ve paslardan ayıklayıp billurlaştırmıştır. Önce fikirde ve hikmette yaptıklarını ilim ve araştırmada desteklememiz gerekiyor. Belki de en başa almamız gereken, imanla da yakın alâkalı sanat ve estetik mevzuuna temas edelim. Çünkü Allah’ın güzelliği ve iman mevzuunda düz mantık dilinin yapacağı bir şey yoktur. İmandan nasibi olmayana da ne kadar delil gösterirsen göster boştur, sözlerimiz akla değil, gönle hitap etmelidir, tabiî aklıselim ile çelişmeden…

Vasıta ve aracılara, şeyh vs.’ye karşı olmalarına rağmen modern Selefîler, İbni Teymiyye’yi “Şeyhülislâm” görürler ve bütün düşüncelerinin mihenk taşı yaparlar. Öyle ki, Kur’an ve sünneti İbni Teymiyye’nin bakış açısından anlar ve yorumlarlar. Onun kabul ettiği hadisi kabul eder, reddettiğini reddederler. Burada akıllarını kullanmaz, akletmezler. “Akılsız akılcılar” vasıflandırmasını da hak ederler. Öyle ki bütün gelmiş geçmiş İslâm uleması bir yana, İbni Teymiyye ve birkaç takipçisi bir yanadır. Sözde aracıya karşılar ama kendileri en büyük aracı olurlar veya kullanırlar. Öyle ifrada giderler ki bize önderlerini, putlaştırır derecesinde inatla savunurlar. Muhammed Abduh, Reşit Rıza ve Mevdudî, İbni Teymiyye’yi “VII. Asrın Müceddidi” olarak görürler. Akla göre sayısız yol olmasına ve mezhepsizleri bir odaya hapsetsen birbirleriyle tartışacak olmalarında rağmen Türkiye’deki mezhepsizler arasında bir konsensüs vardır. Hatta İbni Teymiyye’nin şiddetle reddettiği Şiilerin Türkiye’deki uzantıları (İrancılar) ile iyi geçinirler. İkisi de ecnebi destekli olduklarından mıdır bilinmez, mezhepsizler, ılıman İslâmcı (bir nevi mezhepsiz olan) Fetöcülerle de iyi geçinmişlerdir. Çünkü Türkiye’de Ehl-i Sünnet ve tasavvuf damarının güçlü kökleri vardır ve bunun fikir ve fiilde temsilcisi BD-İBDA erleri vardır. Bu ortak düşmana karşı birleşme psikolojisi ve esasen fitnecilerin birbirini sevmesi gereği bütün çakallar, “aslan fikre” karşı birleşirler. Öbür İslâm ülkelerindeki Selefîler, tekfircilik ve bağnazlıkları gereği en ufak meselede birbirlerini tekfir dahî ederken, yukarda belirttiğim sebepten, Türkiye’de bu olmaz. Bizdeki Selefîler biraz “çakma”dır diyebiliriz. Çünkü Selefîlik biraz Arap refleksidir ve Türkiye’de tabanı yoktur. Sanal yeşertme çabaları vardır. Batıcı Kemalist tayfa ve hatta muhafazakâr Ak Parti destekli bir ortamda (Ne Şiî, ne Sünnî anlayışının teşvikiyle) neşvünema bulurlar, bol bol kafa karıştırırlar, inanç ifade eden iman ölçülerini tartışmaya açarlar. Mihrak ve nisbet kaybedilince (burada BD-İBDA İslâm’a muhatap anlayışın kıymeti daha iyi anlaşılmaktadır) ayıkla pirincin taşını haline gelmiştir. Şüpheler doğmuştur.

Vehhabîliğin ve Şiîliğin İslâm âlemine umut olmadığını, herhangi bir vizyon ve yenilik getirmediğini, esasen miadlarının dolduğunu ve fitneden başka bir şey ortaya koyamadıklarını belirtelim. Vehhabîlik ve Şiîliğin Batı emperyalizminin istediği ve desteklediği akımlar olduğunu da ifade edelim. Oluş ve kavgaların temelinde, İslâm’ın hakikati ve özü olan Sünnîliğin ve İslâm’a muhatap anlayışın üstünün örtülmek, zuhurunun geciktirilmek istenmesi vardır.
 
 Dipnotlar
1-Ferhat Koca, Diyanet Ansiklopedisi, İbni Teymiyye Maddesi, 20. Cild, S. 393
2-Ekrem Buğra Ekinci, İbni Teymiyye Hakkında Malûmat
3-M. Sait Özervarlı, Diyanet Ansiklopedisi, İbni Teymiyye Maddesi, 20. Cild, S. 413
4-a.g.e.
5-Mustafa Kara, İbni Teymiyye’ye Göre İbni Arabî, Dergâh Yay, 2017, S. 166

Baran Dergisi 541. Sayı

25.05.2017