Dergimiz yazarı Faruk Hanedar'ın Bolu'da düzenlenen Mirzabeyoğlu'na Özgürlük Kampı'nda İbrahim Danacılar ile gerçekleştirdiği söyleşi...

    Geçen yıl düzenlenmiş olan “Mirzabeyoğlu’na Özgürlük Kampı” bu sene tekrar kuruluyor. Geçen sene olduğu gibi organizasyon bu sene de oldukça alâka çekiyor. Salih Mirzabeyoğlu meselesinden hareketle Türkiye'deki hukuk sistemi hakkında ne söyleyebilirsiniz?

Salih Mirzabeyoğlu 28 Şubat'ta maalesef, haksızca ve Türkiye'deki anayasal hukuku da katledercesine bir muameleye maruz kaldı. Bu, ülkemizin gerekli bütün kurum ve kuruluşlarıyla muteber bir şeydir. Ben şahsım adına, kendimi bildim bileli özellikle Mirzabeyoğlu'nun İslâm'a ve Müslümanlara yapmış olduğu faydalı hizmetlerini desteklemişimdir. Tabiî ki gözaltı süreci ve mahkûmiyeti ülkemizde adeta kara bir leke... Ümmet için de kara bir leke... Ve bu lekenin temizlenmesi noktasında bir çaba göstermeyen bir ümmet topluluğu.... Maalesef ki bu duruma sessiz kalan ve bu sessiz kalıştan hiç rahatsız olmayan bir güruh var. Elhamdülillah son günlerde kamuoyu ciddi mânâda oluştu. Özellikle Kumandan ile alâkalı ciddi çalışmalar ülkenin ilgili kurum ve kuruluşlarınca dile getirildi. Hatırlıyorum; 30 Mart seçimleri öncesinde sayın Başbakan bir canlı yayında bu konunun ele alınması gerektiğini ve bu konu sebebiyle teessürlerini dile getirmişti. Yani hükümet ve ilgili mercilerin bu konuda derhal, hızlı bir şekilde adım atması ve bu mazlumiyetin bir an evvel ortadan kaldırılması, bir defa insanlık için çok önemli. İkincisi Müslüman olduğumuz için çok önemli. Üçüncüsü; "biz insanlığa hizmet ediyoruz" diyorsak, böyle bir mazlumiyete sessiz kalmamalıyız.

Bahsi geçen insan 60 kadar eseri olan bir mütefekkir.

Kesinlikle... İslâm'a önemli hizmetleri olmuştur. Gerek fikir adamı-mütefekkir oluşu, gerek siyonizme, emperyalizme karşı dik duruşu, her dâim Türkiye'de takdir görmüştür. Bunu görmemek için kör olmak lazım. Böyle bir adamın, Büyük Doğu İdeolojisini adeta günümüzde devam ettiren, ve bununla beraber Üstad Necip Fazıl'ın çizgisinden zerre miskal taviz vermeden, hatta Üstad'ın çizgisine ciddi ölçüde katkılar sağlayan bir adam! Dolayısıyla bir dava adamı, bir fikir adamı. Aslında demokrasi ve hürriyet adamı... İnsan haklarına karşı inanılmaz derecede saygısı olan, kitaplarında bunu dile getiren; insanlığa merhamet nazarıyla bakan; Allah Teala'nın Rahman ve Rahim sıfatını çok güzel bir şekilde anlatabilen bir adamın bu şekilde mahkum edilmesi herkesi rahatsız etmeli. İnsanların yuvasına halen bomba gibi düşen 28 Şubat yargı kararlarını dikkate almayan bizlerin, "28 Şubat bitti" çığırtkanlığı yapmamız veya alet olmamız gerçekten utanç verici. Ben 28 Şubat'ın bittiğine ancak tek bir şekilde inanabilirim: Salih Mirzabeyoğlu serbest kalırsa. Bakınız, tutuksuz yargılanmasından bahsetmiyorum. Beraat etmesi lazım. Ve suç bulunamadığının ifade edilmesi... "Biz bu insanı siyasi ideolojilerinden ötürü tutukladık ve bundan dolayı da pişmanız" demeleri lazım. İade-i itibarın yapılması lazım.

Bu konuyu kapağımıza da taşımıştık. İade-i muhakeme ve iade-i İtibar gerekli demiştik.

Kesinlikle katılıyorum. İskilipli Atıf Hoca'nın iade-i itibarı yarım yüzyıl sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kabul edilmesi gibi. Mirzabeyoğlu'na baktığımızda da, Üstad Necip Fazıl'ın çizgisine bir çok şey katmış bir mütefekkir, zamanın belki Said Nursi'si, belki daha üstünde bir fikir adamı. Yani bir dava adamı... Kendini, özelini feda etmiş; tamamıyla hayatını bu yola adamış ve sadece fikirleri yüzünden hüküm giymiş durumda. Hiçbir silahlı eylem veya buna benzer şiddete başvurulmuş herhangi bir faaliyeti yok. Maalesef ki bunu görmeyen bir Müslüman topluluğunun bir an evvel gözlerini açması lazım. Hükümet ve ilgili mercilerin bu konuda daha hızlı, daha sonuç verici adımlar atmasını temenni ediyorum. Bu adımların atılması noktasında biz her zaman ön planda olma mücadelesi edeceğiz.

Biz de arkadaşlarımız adına, buraya geldiğiniz, destek olduğunuz için teşekkür ediyoruz.

Şimdi Işid mevzusuna geçelim. Irak'ta yaşananlar gündemde. İlk kurulduğu adıyla Irak İslâm Devleti, Ebu Musab Zerkavi tarafından 2003 yılında oluşturuluyor. Suriye'de de bir takım faaliyetleri oluyor. Suriye'deki davranışları sebebiyle Türkiye'deki İslâmcı camia tarafından da çok eleştirildi. Peki Irak'taki mevzûu Suriye'deki mevzû ile bağdaştırabilir miyiz? Irak'taki mevzûu biraz daha Malikî'nin Sünni'lere karşı uyguladığı baskının patlaması şeklinde yorumlayabilir miyiz?

Ben yaklaşık 9 yıldır Ortadoğu İlişkileri ile alâkalıyım. Ekonomik ve kültürel anlamda bir takım ilişkilerimiz var. Maalesef Ortadoğu'da karışıklık bitmiyor. Bunların en belirgin örnekleri de Amerika'nın Irak'a güya demokrasi getirmesiyle başlayan, bununla beraber devam eden kaos... Ben burada kullanılan örgütlerin çok fazla önemli olduklarını düşünmüyorum. Bunun arkasının ciddi ölçüde derin olduğunu düşünüyorum. Ben tabiî işin emperyalizm tarafıyla ilgileniyorum. Emperyalizm bölgede bir harita çiziyor. Ve bu haritaya bağlı olarak, hükümetler, siyasîler, diplomatlar veya örgüt mensuplarının kendilerinin çizdikleri haritaya göre faaliyet göstermelerini temin ediyorlar. Evet, geçtiğimiz yıllarda Esed'in yapmış olduğu bir kaos, bununla beraber ona direnen Özgür Suriye Ordusu ve ölen yüzbinlerce Müslüman... Ben Esed'i sevmem. Babasını da sevmezdim, bu konuda samimi konuşuyorum. Ancak şu benim kafamda çok büyük bir soru işareti oluşturuyor: "Niye Müslümanlar Müslümanları öldürüyor? Neden ölenler hep Müslüman?" veya "Neden zafer konuşmaları hep İngilizce veya İbranice yapılıyor. Bu konuşmalara niye şampanyalar eşlik ediyor?" Ben olayların birazcık bu yanlarıyla ilgileniyorum. Pek tabiî Esed'in yaptıklarını destekleyecek değilim. Elbette ki demokrasiden yanayım. Demokrasi derken kastettiğim şey, milletin kendini daha fazla ifade etmesi gerektiği... Özgürce liderini seçebilmesi... Günümüz konjonktüründe bunlar önemli. Pek tabii bunu İslâm akidesiyle eşleştirebilmemiz mümkün olmaz. Bunun için hilafetin ilan edilmesi, İslâm halifeliğinin olması gerekiyor. Bu bizim duâmız. Dolayısıyla bölgeye baktığımız zaman, Esed'in kendi rantları doğrultusunda savaştığını, aslında Özgür Suriye'nin de biraz emperyalist koordinasyonunda hareket ettiğini görebiliyoruz. Hatta Özgür Suriye Ordusu'nun içinde çeşitli grupların olması ve bu grupların kendi içlerinde bile çatışmasını ve bu grupların liderlerinin Türkiye'de İstanbul'da, Fransa'da Paris'te, Amerika'da Washington'da lüks otellerin önemli kral dairelerinde çok pahalı hayatlar yaşadığını gözlemliyoruz. Yine Müslümanlar kullanılıyor. Benim demek istediğim, aslında bölgede insanların İslâmi akidelere yönelik daha şuurlu olması, daha çok gündemi ve günceli okuması gerekiyor. Ama maalesef onların okumaması için elinden gelen her şeyi yapıyor ilgililer... Evet, Suriye'deki kan maalesef durmadı. Bu konuda sanırım geçtiğimiz aylarda İsviçre'de bir toplantı yapılmıştı. Bir müzakere toplantısı da yapılmıştı ama buradan da bir sonuç çıkmadığını görüyoruz. Dolayısıyla ben İslâm Ümmeti adına, bu kanın bir an evvel durması adına dua ediyorum. İnanın politik konuşup veya diplomatik konuşup caka satacak değilim. Suriye'de diplomasiyle halledilebilecek bir pozisyonun kaldığını düşünmüyorum.

Kesinlikle öyle. Batı, Emperyalizm, Kapitalist odaklar... Nasıl adlandırıyorsak, bu gruplar bir şekilde planlar yapıyor ve uygulamaya geçiriyor. Bu planların uygulamaya geçmesi noktasında bazen sekteye uğradıkları noktalar oluyor. Öngöremedikleri şeyler oluyor. Bazı noktalarda planları tutmuyor. Bunun da sosyolojik altyapı ve tarihi arka planlarıyla ilgili olduğunu düşünüyoruz. Burada mesela Irak'ta IŞİD diye bir örgüt var, velev ki Amerika tarafından destekleniyor olsun... Irak'ta bu IŞİD isimli örgütün sünni kesimi arkasına aldığı takdirde, arkasında hangi destek olursa olsun, olayın nasıl bir mecraya kıvrılabileceği kestirilebilir mi?

Tabii ki kestirilmesi zor ve ciddi bir sıkıntı bu... Ama bakınız 1960'lı yılların Helsinki Süreci ortada. 1970'li yılların Bağdat Paktı, 1990'lı yılların Ortadoğu'da barış süreci veya bir düzine süreç... Bu süreçlerin hiçbiri Ortadoğu'da barış sağlayamamış.

Şöyle bir şey de var; Ortadoğu'da barışın sağlanması zaten bu grupların işine gelmeyecek.

Tabiî ki. Zaten emperyalizme göre çözüm, çözümsüzlük demek. Alman düşünür Max Weber diyor ki "Ortadoğu'da barış ancak Osmanlı'ya dönmekle kazanılabilir." Sultan Abdülhamit Han'a baktığımızda 33. yıllık hükümdarlık sürecinde, en karışık dönem yaşanırken, orayı kardeşlik ideolojisiyle, tabiî ki İslâm çatısıyla ayakta tutmuş ve bu bağı koparmamıştır. Tabii bu bağın sebebi Halifeliktir. İslâm halifeliğidir. Bölgeye tek lazım olan tek şey, İslâm halifeliği ve Sultan Abdülhamit Han ideolojisidir. Tabi ki IŞİD liderinin ilan ettiği çakma hilafetten bahsetmiyorum.

Kesinlikle

Bu adam "emperyalizme karşıyım" diyor, "tasavvufa karşıyım" diyor. "Liderlerini keserim" diyor. "İslâm'ı yozlaştırıyor" diyor. Aslında bir çok hadisi ayaklar altına alıyor. Bir çok dinî objeyi ayaklar altına alıyor ama adam elindeki İngiliz saatini takmaktan da geri durmuyor. Bunların emperyalizm karşıtlığı aslında bu kadar. Dolayısıyla insanların artık gözlerini açması lazım. IŞİD'in bölgede nasıl bu kadar rahat hareket ettiği gerçekten çok büyük bir soru işareti. Dünya kamuoyu tarafından da büyük soru işareti. Siz Robin Hood olamazsınız. Gidip de bölgeye bir harita çizip, "şurayı şöyle yaptım, buraya Şam Devleti'ni ilan ettim, yakında da girip Kâbe'yi de yıkacağım, bu putperestliktir..." diyemezsiniz. Bu nasıl bir cüret? Bu nasıl bir bakıştır? Hadi Şiî desek, Şiî'lerin bu kadar cüretkar olduğunu hatırlamıyorum. Sünnilerin fundementalist olanların bu kadar cüretkâr olduklarını hatırlamıyorum. Bu cüretin biraz Siyonizm'e endeksli olduğunu düşünüyorum. Çünkü IŞİD'in içinde kandırılan yüzlerce insan var. Yüzlerce masum insan var. Gerçekten İslâm'a hizmet ettiğini düşünen, mücahit olduğunu zannediyor. Hatta daha ileri gidip Mehdi'nin ordusunda olduğunu, o yüzden siyah sancak taşıdığını ve bölgeye huzur getirebileceğini düşünenler var. Türkiye'den bu orduya katılmış insanlar biliyorum. Bu insanların aileleri ile görüştüğümde adeta kanlı gözyaşları döküyorlar. Çocuklarını adeta büyülemişler. Adamların çalışma şekli ne kadar stratejik! Evinizin içine kadar girip, çocuğunuzu kendi ideolojisinin esareti altına sokabiliyor. Ve bu esaret noktasında İslâm'a hizmet ettiğini zanneden genç, aslında Siyonizm'e hizmet ediyor! Ben IŞİD'i tabiî ki samimi bulmuyorum. Tabiî ki bölgede emperyalist odaklar tarafından koordinasyonlu olduğunu düşünüyorum. Ben Selefilerin, özellikle de aşırı Selefilerin, ve hatta çok aşırı Vahhabîlerin ortaya koymuş oldukları saçma sapkın bir ideolojinin bir parçası olduklarını düşünüyorum. İşin açıkçası da çok önemsemiyorum IŞİD'i... Niçin önemsemiyorum? Zira IŞİD'in belli ki bir görevi var. O görevini yaptı, çekilecek; yakında asimile edecekler. Bu da çok aşikâr. Ondan dolayı ben bölgede kalıcı barışın sağlanması için, her dâim söylediğim gibi, Sultan 2. Abdülhamit Han'ın Ortadoğu felsefesinden, Üstad Necip Fazıl'ın Büyük Doğu İdeolojisi'nden faydalanılmalı. Ve İslâmî ideolojiyi bölgede adeta kare kare işlemek lazım. O sapkınların, özellikle de itikadını kaybetmiş kardeşlerimizin eğitim ile kazanılması konusunda faaliyet gösterilmesi gerektiği kanısındayım. Bu bugün çok zor gözükse de, düşünün, Hazreti Peygamber 300 kişilik bir ordu ile Bedir'e inmişti. Çok zor gözüküyordu. "Sen deli misin?" dediler ama o başardı. O azmi Peygamberimizden almalıyız ve mücadelemizden zerre taviz vermemeliyiz. Ama lobi faaliyeti yapmalıyız.

Zamanın ruhunu yakalamalıyız biraz da. Zaman neyi gerektiriyorsa onları yapmalıyız.

Zamanın teknolojisinden, ilminden tabiî ki faydalanmak durumundayız. Faydalanmadığımız zaman kaybeden biziz. Bakınız, Sultan Abdülhamit'in hayat hikayelerine baktığımızda gerçekten ilginç anekdotlar görüyoruz. Japon Kralı'nın kendisine göndermiş olduğu bir hediyeye karşılık, kendisi bir robot yaptırtırıp, ona daha iyisini gönderiyor. İslâm'ın, Halifesi'nin ve ideolojisinin teknolojiden, bilimden çok uzak olmadığı, onlardan faydalandığını görüyoruz. Ertuğrul Fırkateyn'inde bunu görüyoruz. Çin'deki camiîlerde bunu görüyoruz. Feshane'de kurulan fabrikalarda, yapılan çalışmalarda bunu görüyoruz.

En temelde medeniyeti temsil eden mimaride bunu görüyoruz

Zaten İslâm dini evrensel bir din. Pek tabiî ki İslâm dini ideolojik anlamda, bilimsel anlamda ve kültürel anlamda yenilenir. Ancak hangi kültürü benimseyip empoze eder? Kur'an-ı Kerim kültürünü empoze eder. Çünkü farklı bir yerden sebeplenmemizi gerektirecek bir unsur yoktur. Kuran bir zamana değil, tüm zamanlara hitap eden büyük bir kitap olduğu gibi, derin bir kültürün de tek sahibidir.

Üstad Necip Fazıl'ın söylediği gibi "İslâm yenilenmez, anlayış yenilenir."

Kesinlikle söylemek istediğim şey bu.

Burada yapmamız gereken de bu aslında. Anlayışları yenilemek! Ramazan ayındayız, Ramazan ayı başladı İsrail Gazze'ye saldırmaya başladı.

Neredeyse adet gibi.

Her sene Ramazan ayında aynı şeyi gerçekleştiriyorlar. Bu konu hakkında neler diyeceksiniz?

Evet, İsrail ile sıkıntılıyım zaten. Tel Aviv'e girdiğimde kendileriyle bir program gereği, Mescid-i Aksa ve Kudüs ziyaretim için Filistin ile temaslarım olmuştu. Göz altına alındım. Mossad tarafından sorgulanmıştım. İsrail bir defa Ortadoğu'nun tam ortasına çakılmış bir çivi gibi. Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu'nun ifadesi bildiğim kadarıyla. Gerçekten haddini aşmış bir çocuk. Amerika'nın yaramaz bir çocuğu. Ama tabiî ki bizim de şöyle bir kültürümüz vardır Osmanlı'dan gelen: Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir. Ben bunu İsrail Konsolosluğu önündeki eylemlerde de dile getirmiştim. Artık adet haline geldi. İslâm aleminin en manevi hazzını aldığı bir ay Ramazan. Ve bu ayda otomatikman Gazze vuruluyor. Ve ne uğruna? Bir hiç uğruna vuruluyor. İnsan hakları savunuculuğundan bahseden dünyanın, hayvan haklarına göstermiş olduğu ilgiyi orada ölen bebeklere gösterememesi de emperyalizmin tezahürüdür; dünya kamuoyundaki tezahürüdür. Biz "Gazze her dâim onurumuz, davamız" dedik. Ve "Filistin bizim davamız" dedik. Çünkü Filistin biziz! Nasıl ki et tırnaktan ayrılamazsa, Filistin Türkiye'den ayrılamaz. Filistin Osmanlı'dan ayrılamaz. Abdülhamit Han'ın yadigârıdır. Kaldı ki zamanın vehametini bir kenara koyalım. Tartışılacak belki çok şey var. Altı çok derin. Filistinli kardeşlerimizin farklı atılımları olmuş tarihte belki ama, günümüze baktığımız zaman orada bir zulüm var. Bu zulme sessiz kalmamız beklenemez. Türkiye Cumhuriyeti'nin de sessiz kalması beklenemez. Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti'nin de sessiz kalması beklenemez.

Baran'ın yaklaşık bir ay önceki bir sayısında Salih Mirzabeyoğlu "Şartlar Türkiye'yi tarihî misyonunu üstlenmeye zorluyor" demişti.

Kesinlikle. Çok derin bir söz. Aslında Kumandan'ın ifade etmek istediği çok önemli bir konu. Biz ona layık mıyız? Onu sorgulamamız lazım. Biz gerçekten o maneviyatı yaşıyor muyuz, hissediyor muyuz? Biz gerçekten parçalanan ümmetin derdiyle dertlenebildik mi? Bırakın savaşmayı hem siyasî bakımdan hem manevî bakımdan çok ciddi atılımlar yapamadık ki. Biz sadece siyasî olarak İsrail'i kınadık! Biz sadece siyasî bakımdan "Kahrolsun İsrail" dedik.

Yaptırım yok.

Yaptırım yapamadık ki. Mavi Marmara meselesinden sonra ilişkilerimizi katip seviyesine indirdik. 9 vatandaşımızın vefatından sonra bile ancak bunu yapabildik. Yani bu kadar süper güç isek, bölgesel bir güç isek; savaş uçaklarımızın Tel Aviv semalarında uçması lazım.

Yapamamamızın sebebi ne? Siyasî mi, askeri mi?

Aslında sebep çok açık. Bunu mutlaka okuyucu da takdir edecektir. Demek ki biz o güce ulaşmadık! Demek ki biz gerçekten Büyük Türkiye değiliz. Bunu kabul etmemiz lazım.

Reel Politik olarak.

Tabiî ki. Reel politik bakmak lazım. Eğer biz Büyük Türkiye isek, İsrail'e "one minute" çıkışımız ne kadar takdir edilecek bir çıkış ise, bu "one minute"ı teoriden pratiğe geçirip, gerek askeri anlamda, gerek ekonomik anlamda, gerek kültürel anlamda gerekse de diplomatik anlamda ciddi baskılar ve atılımlar yapmamız lazım. Ama yapamadık. Ben iftira atmıyorum kimseye, bu açık ve ortada...

Peki Türkiye bu şartlar altında tarihi misyonunu üstlenmek için kıpırdanmaya çalışırken, Gezi ve 17 Aralık süreçlerini bu sebeplere bağlayabilir miyiz?

Kısmen. Bir defa biz, yanlış kişilere güvendik. Oy verdiğimiz insanlar yanlış kişilere güvendi. Sayın başbakanın miting meydanlarında "Ben kandırıldım halkım!" dediğini hatırlıyorum. Gülen cemaati diye bir facia var. Bu cemaat Siyonizmin, emperyalizmin adeta merkezinde çalışan, kendinden olmayanı hiç olarak gören, hatta neredeyse "murdar" gören, siyasî ve hukukî anlamda onu yıpratmaya çalışan bir güç odağı. Adalet, emniyet sistemleri içinde teşkilatlanan ve bu teşkilatlanmadan mütevellit adeta kendinden olmayana zulmeden ve bu faaliyet ve hizmet ideolojisini İsrail Siyonizmi ışığında koordine eden ve bundan hiç rahatsız olmayan bir Müslüman topluluğu vardı Türkiye'de. 17 Aralık sürecinde belki sayın Başbakan bunu fark etti. Ben 2012 Şubatında yaşanan "Hakan Fidan krizi"nde fark ettiğini düşünüyorum. Ama yine belki konduramadı. Biz o dönemde bunları dile getiriyorduk. Bakın bunlar gerçekten hain, gerçekten sapkın, bunların başındaki gerçekten sapkın bir adam, İsrail ve Amerika koordinasyonlu hareket ediyor" dediğimizde bize "Sen fitnecisin" dediler, hatta bizi dışladılar.

2010 senesinde "Fitneci Fetullah" diye kapak yapmıştık. O da çok konuşulmuştu.

Suçladılar, yıprattılar. Bana dava açtılar: "Suç örgütü kurmak ve yönetmek!" Gözaltına alındım. Hayatımda ilk kez Organize Suçlar Şube Müdürlüğüne alındım, sorgulandım. Hiçbir suçum bulunamadığı halde yıpratıldım. Gazetelerinde, Zaman Gazetesinde yıpratıldım. Bakınız, sadece onları eleştirdiğim için bu yapıldı. Ama 17 Aralık'ta Başbakan'a yaptıklarını gördük, 25 Aralık'ta yapılanları gördük. Darbeye teşebbüs ettiklerini açık açık gördük. Bu darbecilerin artık telkin ve temsil yoluyla bu ülkede asimile edilmesi kesinlikle mümkün değildir. Bu darbecilerin, Türkiye Cumhuriyeti'nin hukuk sistemiyle, mahkemeler önünde yargılanarak asimile edilmeleri gerekiyor.

Orada bile bir ayrım ortaya çıkıyor. Salih Mirzabeyoğlu bugün hâlâ içerideyken bunlarla hesaplaşmak ne kadar mümkün olacak? Buradaki çelişkiyi nasıl yorumluyorsunuz?

Evet, ben röportajın başında söylediğim gibi, 28 Şubat'ın bittiğine inanmam için, Salih Mirzabeyoğlu'nun beraat etmesi, ve "evet, Devlet sana haksızlık etti" denmesi gerekiyor. "Sen mütefekkirsin, bu millete ve İslâm'a ciddi hizmetleri olan birisin" denmesi gerekiyor.

Salih Mirzabeyoğlu, Irak, Gazze, cemaat, 28 Şubat vs. hepsini birden toparlarsak, İslâm âlemindeki tüm bu kargaşa ister istemez yüzünü Türkiye'ye döndü diyebilir miyiz?

Umud edelim, keşke... Ben bölgeyi gezen birisi olduğum için yüzlerini Türkiye'ye döndüklerini düşünmüyorum.

Bir ümit var mı?

Tabiî ki. Sempatizanı olan var. Ancak bizim bölgede en büyük sorunumuz şu: bir mezhepler çatışmasının içindeyiz. O yüzden insanların yüzü Türkiye'ye dönmüyor. Kimisi "ben Şiîyim" diyor, diğeri "Ben vahhabîyim" diyor. "Ben filanca ideolojiye mensubum, senin filanca bir duruşun var, o yüzden ben seni desteklemiyorum" diyor. Dayanışma yok maalesef.

1. Dünya Savaşı öncesi ve sonrası mezhep savaşı olarak ortaya dökülen ve İslâm âlemini paramparça eden algıyı biz hâlâ kırabilmiş değiliz.

Kesinlikle... Bunun sağlanması için bölgede Osmanlı ideolojisinin hakim olması lazım. Ve bu ideolojinin hakim olması için, inanmış adamların adeta tarih yazacak adımlar atması gerekiyor. Bu adımlar atılmadan ben neye inanabilirim ki? Neyi görebilirim? Veya size neyi nakledebilirim?

Çok teşekkür ediyoruz.

Ben teşekkür ediyorum ve Baran okuyucularına da en derin sevgilerimi, selamlarımı gönderiyorum.

      Baran Dergisi 393. Sayı...