Vakfı, hem bir haslet hem de bir kurum olarak insanlığın peygamberler vasıtasıyla öğrendiği ana tezimizin ispatçısı mevkiindeki bir bölümü işleyeceğiz bu hafta. İsrailoğullarından gelen kimi peygamberlerin kurdukları ve hâlen varlığını sürdüren vakıfları yazı dizimizin başlarında bahis konusu etmiştik. Bunların en önemlilerinden birisi de, bizim Mescid-i Aksâ diye bildiğimiz, İsrailoğullarının da “Süleyman Mabedi” ismini verdiği mukaddes mekânı yaşatmak üzere kurulmuş olan vakıftı. Bu vakfı, Mescid-i Aksâ’yı ilk yaptıran Hz. Süleyman (AS) kurmuş olsa gerek. Birkaç asır içerisinde, İsrailoğullarının tevhid akidesinden uzaklaşıp dalalete düşmesiyle Hz. Dâvud (AS) ve Hz. Süleyman (AS) tarafından kurulmuş olan vakıflar da muhtemelen özlerini ve cisimlerini kaybettiler; Mescid-i Aksâ vakfının içinde eridiler. Bu vakıf, aslından koparılmış olsa da şeklî varlığını uzun süre muhafaza etti. İbranî tarihine baktığımızda, bu mabedin bakımı ve kendisinden beklenen hizmetleri vermesi fikrinin İbranî vakıf kültürünün merkezî anlayışını oluşturduğunu görmekteyiz.
M.Ö. 12. asırda İsrail oğulları göçerlikten çıkıp Hz. Dâvud (AS) eliyle Kenan’da ilk devletlerini teşekkül ettirdiler. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, bir devlet kurucusu olan Hz. Dâvud (AS), diğer müesseselerle birlikte muhtemelen vakıf müessesini de bu topraklarda ihyâ eden kişiydi. Muhtemelen diyoruz, çünkü İbranîler, ne kadar bir zaman dilimi tuttuğunu tam olarak bilemediğimiz Hz. Musa (AS) ile Hz. Dâvud (AS) arası dönemde hayvancılıkla geçinen göçebe bir hayat tarzı sürmekteydiler. Belki bir kısmı ticarî faaliyetlere girişip şehirlere yerleşmişlerdi, ancak İbranîlerin kahhar ekseriyeti bahsettiğimiz vaziyetlerini korumaktaydılar. Hatta İbrani kelimesinin İbranicede “göçerler” anlamına geldiği ve hem İbranice hem de Arapçada göçmek manasındaki “a-b-r” fiilinden türetildiği söylenmektedir. Hülasa, çok uzun bir müddet kabile dayanışması ile sıkıntılarını aşan, duvarlarla ihata edilmiş belli bir mabedi olmayan, çadırlarda yaşayan, yabancı unsurlara kapalı, kabile asabiyesine sahip bir toplulukta kurumsallaşma pek mümkün olamamaktadır. Bunu, eski Türk kavimlerinde vakıfları incelediğimiz bölümde görmüştük. Böylesi durumlarda vakfa kaynaklık eden hayırseverlik duygusu, dinî veya örfî (ki kaynağı yine dindir) yardımlaşma emirleri içinde massolmakta/erimekte ve kabile içinde zor durumda kalana destek mecburi bir hâl arz etmektedir. Ancak bir devlet kurulup müesseseleşme bir zorunluluk hâlini alınca, diğer birçok teşekkül gibi vakıf da bir kurum olarak billurlaşmaktadır. Bu durum, göçebe ve yerleşik cemiyetler arasında görülen umumî bir farklılıktır.
Hz. Dâvud (AS)’ın ne zaman yaşadığı hususunda tarihçiler arasında tam birliktelik bulunmamaktadır. Genellikle M.Ö. 12. Asır civarında yaşadığı kanaati hâkimdir. Her ne kadar kendisi hakkında arkeolojik delil niteliğinde kutsal metinler elimizde mevcut olsa da, aralarındaki tutarsızlık, yaşadığı tarih diliminin kati tesbitini imkânsızlaştırmaktadır. İsrailoğulları, önce Sina Yarımadası, akabinde Ürdün ve Kenan topraklarında birliktelik temin edemeden dolaşıp durdular. Belki de İsrailoğullarına Hz. Musa (AS)’a Sina Çölü’nde gösterdikleri sadakatsizlik sonucu kesilen “yeri yurdu olmama” cezası, Allah tarafından, kendisi de Hz. Musa gibi bir “resûl” olan Hz. Dâvud (AS) vesilesiyle kaldırıldı; İsrailoğulları, kendilerine vaat edilmiş Kenan’da tarihteki ilk devletlerini kurdular.
Her resûl ve nebînin, aynı özün farklı tezahürleri olması cihetinden, esas değişmese de ibadet ve müesseselerde değişiklikler olması tabiidir ve tekâmül gereğidir. Sûretler olmadan mânânın görünemeyeceği İbda Fikriyatı’ndan öğrendiğimiz bir hakikat. Sûretin de mânâ ile mutabık olması gerekmektedir ve bu mutabakatı ruhî ve içtimaî sahada temin etmiş olanlar, Allah tarafından vazifelendirilmiş insanlardır. Her rasûl veya nebînin devri, bir ve aynı mânânın o devirdeki yansımasını göstermektedir. Allah mutlak, insanoğlu noksandır. İbda Mimarı’nın dediği gibi, “noksanlık tekâmülün şartıdır.” Bir ve aynı olan mânâ, bu durumda, her nebîde Mutlak’tan alınan nisbete göre farklılık arz etmektedir; yani tekâmül halindedir. Bu tekâmül, insanlığın zirve noktası Resûlullah Efendimiz (SAV)’e varana kadar bütün tarih boyunca devam edip durmuştur. Beşerî tekâmülün son haddi Peygamberimiz (SAV)’dir ve o yüzden insanın hakikati, yani “Hakikat-i ferdiyye”dir. Yine o yüzden onun getirdiği tüm şekiller; ibadetler, kurumlar, teşekküller vs. insanlık tarihinin en mükemmelleridir. Bu tekâmül çizgisinde zaman olarak O’na yakın olanlardaki mânâ tezahürleri de, güneşin en yakınındakileri en çok ısıtması gibi, mükemmele en yakın olanlar halinde tebarüz etmektedirler. En büyük nebîler onlardır ve resûller onlardan çıkmıştır: Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. Dâvud, Hz. İsa.
Hz. Dâvud (AS) ve oğlu Hz. Süleyman (AS) işte bu anlamda çok mütekâmil müesseseler teşekkül ettirmişlerdir. Elbette bunlardan birisi de konumuzu teşkil eden vakıf kurumu ile ilgili. Hz. Dâvud (AS) resûl, Hz. Süleyman (AS) ise nebîdir; ama aynı zamanda ikisi de bir medeniyetin bânileridir. İbranî medeniyetinin, birçok müessesede İslâm medeniyeti ile paralellik göstermesi, yukarıda değindiğimiz münasebetin bir neticesidir. İbranîlerdeki vakıf kurumu da, en azından dış yüzden, İslâm’daki vakıfları andırmaktadır. En temel farklılığı ise, tabii sonraki dönemler için bunu söylüyoruz, vakıf kurumuna manevî veçheden değil de, maddiyat açısından yanaşıyor olmaları.
İbranîler Süleyman Mabedi vakfına “hekdeş” ismini vermektedirler. “Kutsal, kutsal şey” mânalarına gelen “kadeş” kökünden gelen hekdeş kelimesi, vakfedilmiş (dokunulmaz kılınmış) bir mülk ya da Süleyman Mabedi’nin ihtiyaçlarına tahsis edilmiş mülkler anlamına gelmektedir. Talmud zamanında mânâsı bu iken, daha sonraki devirlerde bu tabir, yanına herhangi bir tamamlayıcı unsur almadığında hayır maksatlı veya herhangi bir dinî emri ifa için bir kenara ayrılmış mülk anlamına gelmeye başlamıştır.
İbranîlere göre bir mülkün vakfedilmesinden amaç, Mabed’in bakımı ile mukaddes metinlerde emredilen “adak” (İbranice, Korban) ibadetlerinin ifasını temindi. Mabed’in hâlen ayakta olduğu zamanlarda (yani MS 70’lerden evvel) bir kişi malını iki biçimde vakfedebilmekteydiler. Bunlar, ya Mabed yapılarının tamir edilip görevlilerin maaşlarının ödenmesi için doğrudan Mabed’in hazine birimine ya da adakların, yani kurbanlık hayvanlarla yiyecek-içeceklerin alınması için “Mabed’in mihrabına/sunağına”a yapılan bağışlar biçimindeydi. Birincisine “hekdeş bedek he-beyit”, ikincisine de “hekdeş mizbea” denirdi. Eğer birisi, bu iki yerden hangisine malını tahsis ettiğini açık bir biçimde belirtmez ve bu bağış kurbanlık hayvanları içerirse, hayvanlar satılarak karşılığında alınan para Mabed hazinesine kaydedilirdi. Bu tahsis biçimlerinin gelişiminden, İsrailoğullarının tevhid akidesinden sapıp, şirkin kollarına düşmelerinin tarihî seyrini de izleyebiliyoruz. Putperest inanışlarda adakların Yaratıcı’ya veya şeriklerine takdim edildiği sunakların ehemmiyeti büyüktür ve her bir tanrının kendine ait sunağı vardır.
Bağışlanan mülkler farklı mahiyetler arz edebilirdi. Bunlar, sunağa bağışlanıp kurban edilmeye uygun davar, deve, sığır, güvercin ile yine adak olarak bağışlanan un, hububat, şarap ve yağ gibi “aynî” mahiyette olanlar olabileceği gibi, doğrudan Mabed hazinesine verilen menkul veya gayrimenkul bağışlar ile adağa uygun olmayan veya sunakta kullanıldığından deforme olmuş emtia da olabilmekteydi. Birinci tür, yani aynî olanların geri alınması mümkün değilken, ikinci kısma girenler bedeli karşılığında iade olunabilmekteydi. Ancak bu tür mallar iade olunduktan sonra kutsallık vasfını yitirmekteydi.
İbranî âdetlerine göre her tür ticarî muamelenin yazıya dökülmesi zaruri iken, bir malın Mabed’e vakfında bu şart aranmamaktaydı. Menkul veya gayrimenkul, aynî veya nakdî herhangi bir mülkün Mabed’e sözle bağışlanması mümkündü. Hatta bunun için mekân sınırı, o mülkün nerede olduğu vs. de önemli değildi; “dünyanın sonunda bile olsa bağış geçerliydi.” Bunun sebebi, yani sözle bağışın kabul edilmesi, mülkün şahsın tasarrufundan çıkarılıp Allah’ın tasarrufu altına alındığının kabul edilmesinde yatmaktaydı. Tevrat’a göre “yer de onun içindekiler de O’nundu.”
Mabed’e bağışlanmış veya vakfedilmiş mülklerin artık Allah’ın sayılması, o mülkleri bildik hukukî mülkiyet ilişkilerinin ötesinde bir mevkîe taşımaktaydı. Yahudilikte Yahudiler arasında tefecilik işlemlerine getirilmiş olan yasak, gelirinden Mabed yararlandığı için, bu tür mülklerde uygulanmamaktaydı. Ayrıca bu mallara yönelik zarardan dolayı, zarar veren kişiye herhangi bir kefaret de düşmemekteydi. Kefaret, ancak avamın mallarına verilen zarar durumunda gerekliydi. Bunlara zarar verenlerin kefareti sadece manevîydi. Talmud’a göre bir kişi çok zaruri durumlar haricinde kendini yemin mükellefiyetinden azade kılabilse de, söz konusu Mabed’in mallarını idare edecek mutemetler olunca, yemin gerekliydi. Ayrıca, diğer mülkler de takas söz konusu olabilirken, Hekdeş malları sadece para karşılığı alınıp satılabilirdi.
Hekdeş, bir yönüyle diğer hukuk sistemlerindeki “hükmî şahsiyet” kavramını hatırlatmaktadır; ancak söz konusu malların mülkiyetinin Allah’a ait olması ve normalde geçerli hukuk kurallarına tâbi bulunmaması, onu bu kavramın hasrı dışına çıkarmaktadır. Mabed vakfına ait malların ticaret konusu yapılıp bir kâr karşılığı satılıp satılamayacağı hususunda Yahudi din adamları arasında ihtilaf mevcuttur. Karşı çıkanlar, buna dayanak olarak İbranî kutsal metinlerindeki “Mabed’in hiçbir zarara uğratılmaması kaydıyla” ibaresini göstermektedirler. Ama yine de Mabed’e ait vakıf malları, zaman zaman ticarî faaliyetlere konu teşkil etmekteydi. Mabed mallarının bir kâr karşılığında alınıp satılamaması hususunda anlaşamayan gruplardan hangisi hekdeş idaresine hâkim olursa onun sözünün geçtiğini bu vaziyetten anlamaktayız. Yani bu hususta kesin bir hüküm bulunmamaktaydı.
Vakıf mallarını idare eden kişi, Mabed’in “gizbar” isimli baş hazinedarıydı. Görevi, muhtelif yerlerde ve muhtelif biçimlerde bağışlanmış vakıf mallarını toplamak, bunları gözetmek, Mabed’in ihtiyaçlarına istinâden alıp satmak ve mahkemelerde “hekdeş”in hükmî şahsiyetini temsil etmekti.
Her ne kadar her Yahudi’ye malının en azından bir kısmını hekdeşe bağışlamak emredilmiş olsa da, bunun aksine davranmanın onlar açısından bir günahı yoktu. Hatta Meymunî’ye göre bir Yahudi’nin malının tamamını bağışlaması kabul edilemezdi. Velev ki, bir şekilde sözlü olarak böylesi bir beyanda bulunmuş olursa, karısı ve çocuklarının giyecekleri vakıf envanterine alınamazdı. Vakfedilmiş bir maldan, o mahiyetini muhafaza ettiği sürece, şahsi bir kazanç elde etmek yasaktı. Nakdî bir vakıf malının kazara dünyevî işlerde kullanılması, o malın kutsiyetini bozmakta ve vakıf olmaktan çıkarmaktaydı. Fakat suiistimale uğrasalar bile, aynî mallar vakıf mülkü olma vasıflarını kaybetmemekteydiler.
Süleyman Mabedi, Babilliler tarafından ilk defa yıkıldığında Yahudi din adamları, hiç kimsenin malını artık Mabed’e tahsis etmemesini, çünkü “eğer bu mallardan bir kâr elde edilirse, bunun mahkemede bile çözülmesi zor komplikasyonlara yol açma ihtimalinin bulunduğunu” söyleyerek hekdeşi fiilen lağvettiler. Fakat hükmî şahsiyeti kutsal metinlerde sürdüğünden, eğer biri ısrarla bağışlamak isterse, bazı tedbirlerin alınması şartıyla bu talebi kabul etmekteydiler. Bir kayda göre bu dönemde Yahudiler, geliri Mabed’e vakfedilmiş bir hamama, ortada Mabed kalmadığı için, gitmekten imtina etmekteydiler. Böyle davranmalarının arkasında yatan saik ise, Yahudiler için para ve mülkiyet ilişkileri son derece önemli olması ve böylesi gelirlerin kimin kesesine gideceğine büyük ehemmiyet vermeleridir. İsrailoğullarının Musevîlikten çıkıp Yahudi tıynetinin oluşturması sürecini asıl böylesi mal-mülk ilişkilerinde izlemek icab eder. Ölümüne mal hırsının, en zengininden en fakirine kadar bir kavmi nasıl yoldan çıkardığının ibretlik hikâyesidir Yahudi tarihi.
Gelecek hafta, Yahudilerin tarihte tesis etmiş bulundukları diğer vakıf türlerine eğileceğiz. 

Baran Dergisi 430. Sayı