Yaklaşık 20 yıldır eğitim hayatı içerisindeyim. Okul hayatında birçok öğrenci ve öğretmen arkadaşla münasebetler yaşadım ve yaşamaktayım. Son zamanlarda meslektaşlarım arasında daha bir dikkatimi çeken bazı hal ve hareketler var. Herkes yorgun ve bezgin. Herkes “bitse de gitsek” der gibi. Herkes tatili gözlüyor, okul dışındaki hayatın özlemini çekiyor. Birçok kimse yaptığı mesleğin lezzetini duymuyor. 

Zaten neyin lezzeti kaldı ki? Her yediğimiz-içtiğimiz şey kusurlu ve şüpheli. Dostlukların ve komşulukların her biri temelsiz, yok olmakta. Daha genç yaşta arkadaşlar emeklilik günlerini iple çekiyor, o günlere dönük plan ve programlar konuşuyorlar. Ne acıklı bir manzara. Halbuki eğitim bir gönül işi. Öğrenci öğretmeninin gözlerinden muazzam bir aşk kıvılcımı alacak ki, derslerini dinlesin ve anlasın. Öğretmen ise öğrencisinde ilme aç, tutkun saygılı ve hürmetli bir tavır görsün ki, dersin nasıl bittiğinin farkına varmasın. Birbirlerini nimet ve lütuf olarak görmesi gereken öğretmen ve öğrenci kesimi ne yazık ki diğer tarafa külfet gözüyle bakmakta. Ne soru soran ve merakla yanıp tutuşan öğrenci ne de mesleğinde derinleşme ve tazelenme iradesinde olan öğretmen. “Acaba ben mi bitkin ve yorgunum da arkadaşları böyle algılıyorum?” diye kendimi sorgulamaktan kaçınıyor da değilim. Sistem öyle bir ağ atmış ki; öğrenci veli ile öğretmen, öğretmen veli ile öğrenci, veli öğretmen ile öğrenci arasında muvazene kurmakta yetersiz kalıyor. Eğitimin olmazsa olmaz iki cephesi (öğrenci-öğretmen) arasında ilişkileri karşılıklı ideal bir çerçevede kurmaktan aciz. İki tarafı birbirini kollar bir duruma sokmakta. Aynı milletin ve devletin vatandaşlarını birbiri için çekilmez kılmakta ve birbirleriyle didişen iki taraf eylemekte. Eğitim ve öğretimde uyumlu ve gönül birliği içinde hareket etmesi gerekenler sistemin getirmiş olduğu zaaflar yüzünden çaresiz kalmakta. Her iki taraf da suçu karşı tarafta görürken bir üst zaviyeden bakıp da gerçek bir teşhise gidememekte. Sistemin kökten bir şekilde değişmesi gerekliliğini çözememekte. Eğitim yapıyor “muş” gibi gitmekte. Öğrenci oluyor “muş” gibi, öğretmenlik yapıyor “muş” gibi. Sonuçta toplumun cinnet içinde olduğunun göstergesi neticeler. Çığ gibi büyüyen boşanmalar, cezaevlerinin tıklım tıklım, dolması sınavlarda sıfır çeken yüz binler.

Sistem çapında bütüncül bir bakışla meselelere bakmalı. Sistem içinde unsurlar arasında ahenk ve uyumu sağlamalıyız. Sistem içinde her unsurun diğerini müsbet ve menfi şekilde etkilediklerinin farkına vararak tedbirimizi alma yönünde hareket etmeliyiz. Evet, okuldan önce ailenin oluşumu... Ailenin nerede nasıl yaşadığı ve çocuğu hangi ortamlarda hangi ahlâkla yetiştirdikleri… Çocuğun teknolojik ilişkiye nerde nasıl başladığı anne ve babanın bu ilişki de nasıl sınırlar çizdiği… İç içe sorular yumağı ve sorular içinde birbirini açan sorular ve problemler. Her biri için muazzam bir kafa cehdinin çekilmesi gerekiyor...

Batı Nasıl Yapmış?
Ortaokul çağındayım. 12 Eylül hareketi olmuş. Devrin muktediri, yurdun dört bir yanını gezmekte, nutuklar çekmekte. Hiçbir dünya görüşüne malik değilim. Bir sağdan bir soldan asarak dengeli hareket ettiklerini söyleyen Kenan Evren, bir yeri gezerken o yerin yetkilisi de Atatürkçülüğe oynayan bu şahsa bilgi vermekte. Devrin muktediri Evren sordu; “Araştırdınız mı? Acaba Batı’da da böyle mi yapılıyor?” Bu soru çok tuhafıma gitmişti. Batılının aklı var da bizim insanımızın aklı yok mu? Ne kadar aşağılayıcı bir hal, ne sefil bir kompleks. Meğer Tanzimat’tan beri yurdun yaşadığı “inkılâb” ve hareketlerin hepsinde tüten hal ve keyfiyeti özetleyen bir soruymuş bu. 

Yine, daha Büyük Doğu kapısından girmediğim, İbda külliyatına çarpılmadığım demler. Abim eve rahmetli Erol Güngör’ün kitabını getirdi. Kitabı bir çırpıda okudum. Dikkatimi çeken bir husus: Batı yaşadığı pratikten teorisini çıkarırken Doğu, Batı’nın elde ettiği teoriyi doğrudan doğruya kendi insanında pratiğe dökme çabasındaydı. Ve her daim bu pratiğe dökme gayretinde başarısız oluyordu. Suçu da insanına diktiği elbisede değil, doğrudan doğruya insanının hal ve hareketlerinde görüyordu. Ve yine Münevver Ayaşlı’nın hatıratından: Hindistan’da görevli bir yetkilinin orada çok beğendiği ev modelini Erzurum’da inşa ederek yaşamak istemesi... Evde oturamıyor çünkü düşünmediği o kadar çok şey var ki. Model aldığı ev Hindistan’ın sıcaklığı dikkate alınarak yapılmış. Güneş ışıklarının sıcaklığını azaltacak tarzda düşünülmüş. Oysa Erzurum öyle mi? Soğuk bir memlekette bilakis güneş ışıklarını evle irtibatlandıracak şekilde bina olmalı. Güneş ışıklarını engelleyen ev Erzurum evini oturulamayacak derecede soğuk yapıyor. Orda güzel ve anlamlı olan, burada güzel görünse de anlamsız oluyordu. 

Tanzimat’tan beri siyasî-sosyal alanlarda ve tabiî ki eğitim sahasında yapılan bütün değişikliklere bu gözle bakılmalı. Bu tesbitten sonra teslim olduğun ahlâk üzerinden çare yollarına başvurulmalı. Mensub olduğun milletin duygu ve düşünce yapısı dikkate alınarak hassasiyetleri göz önüne tutularak yol alınmalı. Burada sakın ha “dışarıya tamamen kapanıp, dışarıda yapılan şeyleri görmemeli” anlayışına taraf olduğum çıkarılmasın. Bilmeliyiz ki bir toplumdan başka bir topluma doğrudan doğruya aktarılan müesseseler çoğu zaman müessesenin aktarıldığı toplumlara zarar verirler. Çünkü müesseseyi oluşturan toplum uzun senelerin birikimi ve kendi tecrübesini kullanarak bunu yapmıştır. Bunu kurarken herkesten ayrı yaşadığı bir tarih ile birlikte kendine has duygu-düşünce farklılığı vardır. O yüzden Anadolu insanının da yaşadığı hüsranlara bakarsak bu hakikati bedahet halinde görürüz. Görmemek için vicdanların kör idraklerin kütük olması gerekir.

Apartman Hayatı
Bir büyüğün sohbetinde, yakıcı ve düşündürücü bir sosyolojik tesbit olarak şu sözlere tanık olmuştum; 60’lı yıllarda apartmanlar inşa edilip müstakil bahçeli evlerin yerini almaya başlayınca bizim Müslümanlar şöyle bir anlayışa kapılmışlardı; her apartmana bir Müslüman yerleşse herkese Müslümanlığı anlatsa bu iş tamam. Güya birçok insan Müslümanların apartmanlarda yaptığı gerekli tebliğ ve telkin hareketi ile İslâm’la şerefleneceklerdi. Ne oldu? Tam aksi. Müslümanlar aile ve çocuklarıyla birlikte onlara benzediler. Müslümanlar çocuklarını kaybetme derdine düştüler. İslâm’dan uzaklaştılar. Maalesef derin ve ince bir Müslüman düşüncesi olmayınca elbette zokayı yutarsın ve onlara benzersin. Akıl ve mantığı, kalp hakikati ve hikmetle beslemezsen tuzağa düşmekten kurtulamazsın. 

Düz akıl ve mantık ne der: Bir yerde çoğalan insanların yakınında bulunursan daha rahat ilişkiye girer ve onlarla birçok anlaşma zemini bulursun. 

Hikmetle beslenmiş akıl ise şunları fikretmeden yapamaz; bir millete ait edebî ve mimarî eserler o milletin dünya görüşü çerçevesinde tezahür eder. Her mimarî eser, mensub olduğu medeniyetin hassasiyetlerini yansıtır ve bu hassasiyet etrafında insan ve toplum münasebetlerini şekillendirir. “Din edeptir edep ise hadlere riayettir.” Hadlere riayet olmayınca her şey tersine döner.

Apartman hayatı ile birlikte ne oldu? Komşuluk ilişkileri berhava oldu. İnsanlar birbirine düşman edildi? Bugün sadece apartman hayatının getirdiği insan ilişkilerinden dolayı ne kadar insan birbirleriyle mahkemelik? Bunun hesabı yapılıyor mu? Eminim bir yapılsa ne dehşet sonuçlar çıkar. Böylesi bir nefs muhasebesi ve murakabesi yapılması çok zor. Çünkü yapılabilmesi için vicdanların, diri, gönüllerin Allah ve Resûl aşkıyla yanması gerekir. Belediye başkanları rant peşinde, müteahhitlikten belediye meclisi üyeliği elde eden Müslüman kisveliler, ceplerini doldurma telaşında. Estetik anlayış derdi, insanların insan gibi huzurlu yaşaması onların sorunları değil. Onların derdi, nerde bir toprak parçası görse bir bina dikip, bir AVM yapıp, bir dükkân yeri kapıp ceplerini doldurmak. Firavun’u kıskandıran, gökyüzüne meydan okuyan binaları dikip dikip duruyorlar. Herkes kendi dünyasında tabiattan kopuk ve teknolojik aletlerle kuşatılmış vaziyette. Merhametsiz, kurşunî bakışlı ve katı kalpli nesillerin büyümesi bu ortamda kaçınılmaz. Ailelerin küçülmesi çekirdek aile etrafında her dediği yapılan mahalle kültüründen mahrum çocuklar... Bencil aileler ve bencil ailelerin kat kat daha bencil çocukları... Çocukların bilgisayar başında saatlerce sanal bir dünyaya mahkûm edilmeleri... Dede ve nineden mahrum büyüyen çocukların, dinginlik ve tarihî tecrübeden yoksun kalmaları... Mahalle ortamından habersiz, topraktan, gökyüzünden, tabiattan kopuk çocukların, arkadaşlarıyla oynamadan, kavga etmeden, barışmayı ve başarısızlığı bilmeden okul çağına gelmeleri... 

Evet, apartman hayatı insanımızı yerle bir etti. Üst üste binen insanlar huzursuz ve birbirine düşman kesildi. Ev ve iş hayatı arasında gidip gelirken, selamsız ve sabahsız yaşayan insanlar... Benlerine tapan, çocuklarına tapan, çocuklarının her söylediği sözü doğru olarak algılayan ve karşı tarafı dinlemek-anlamak derdini taşımayan aileler... Böylesi ailelerden ve böylesi mekânlardan gelen çocukları eğitmek elbette çok zor. Gürültü ve hız anaforunda dingin ve huzurlu insanlarla karşılaşmak imkânı muhal.


Baran Dergisi 628. Sayı