16 Nisan tarihinde gerçekleşen referandum, gerek “yolun” açılması ve gerekse verilen oyların dağılımına bakıldığında son derece önemli bilgiler ihtiva ediyor.
Evveliyle başlayacak olursak... 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden beri Receb Tayyib Erdoğan tarafından dillendirilen; fakat buna mukabil kendi partisi Ak Parti başta olmak üzere bir türlü beklenen desteği görmeyen değişim paketinin yolunu açan MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli oldu. 15 Temmuz gecesi yaşanan darbe girişimi, Türkiye’de sunî bir şekilde bölünmüş olan toplum dokusunun kahir çoğunluğunu meydana getiren Müslüman Anadolu İnsanı’nın bir safta toplanmasıyla neticelendi. Bu süreci doğru bir şekilde okuyan Devlet Bahçeli, siyaset planında meydana gelen tıkanığı gidermek ve içtimâî dinamiklerin sürüklediği istikâmette yol almak üzere Cumhurbaşkanlığı sisteminin önünü açtı. Bahçeli’nin bu hamlesi her ne kadar siyasî bir takım ayak oyunları ve alışverişle izah edilmeye çalışılmışsa da, esas olan Anadolu İnsanı’nın iki siyasî parti şahsında üst kimlik olan İslâm merkezinde buluşmasıydı.
Referandum oylamasına baktığımızdaysa, bu buluşmanın yalnız Müslüman Türk milliyetçisi seçmeni değil, aynı zamanda Kürt seçmeni de aynı merkezde buluşturduğunu gördük. Türk, Kürt ve diğer milletlerden olan vatandaşlar, 15 Temmuz’da meydana gelen dış kaynaklı tazyikle bir ânda İslâm şemsiyesi altında buluştu. Kahir çoğunluk dediğimiz de yalnız “evet” oyu vermiş 25 milyon kişi zannedilmesin elbet. Yeni sitemin zarureti ve ehemmiyet tam mânâsıyla kendilerine izah edilememiş, değişimden çekinen, gönlü kırgın olanlarla beraber yukarıda bahsettiğimiz İslâm şemsiyesi altında birleşen kahir çoğunluk sanıldığından çok daha büyük.

Bu vesileyle 15 Temmuz gecesi ve 16 Nisan referandumu, Türkiye’de devletin önünde senelerdir çözüm bekleyen meselelerden biri olan hüviyet meselesiyle artık yüzleşmek zorunda olduğunu ihtar etmektedir.

Devlet ve Milleti Kavuşturacak Üst Kimlik: Son yıllarda anayasa, kanunlar ve kullanılan siyasî dilde büyük bir değişim ve dönüşüm meydana gelmiş olsa da, Türkiye’nin üst kimlik meselesi hâlen vuzuha kavuşturulabilmiş değil. Mevcut hâliyle Türkiye’deki kimlik meselesi, ihtiyaca binaen onlarca plansız ve programsız oda ilâve edilerek büyütülmüş, bir süre sonra da tüm estetik, mimarî ve mühendislik keyfiyetini kaybetmiş, yıkılmaya yüz tutmuş çirkin bir konağı hatırlatıyor. Türkiye’nin artık bu garabeti ortadan kaldırarak, temiz ve pak bir satıhta kendisine, aslına uygun olarak, yeni bir kimlik inşa etmesi gerekiyor. Nasıl ki 16 Nisan’da referandum süreciyle neticelenen bir sistem tıkanıklığı sıkıntısı olmuşsa, ondan da ehemmiyetli olanı bize göre bu kimlik meselesidir.

Millet planından bakacak olursak... Cumhuriyet kurulduğu günden beri devlet, Müslümanlara ve Müslüman olduğu için Kürtlere karşı son derece şiddetli bir tutum içine girmiş, İstiklâl Mahkemelerinden başlayarak DGM’lere kadar yargı ve askerî bürokrasiyi, kendi milletini ruh kökünden kopartmak maksadıyla bir silâh olarak kullanmıştır. Zulmün istismara yol açması dolayısıyla Kürt milleti içinden bir kesim vaziyeti sağlıklı bir şekilde idrak edemeyip, -tıpkı Türk Kemalistler gibi- kendi içlerinden çıkan yabancılaşmış güdücülere aldanmak suretiyle farklı ideolojilere tevessül edip, kurtuluşu buralarda aramaya başlamışsa da, ocak kızıştığı vakit İslâm’dan başka etrafında buluşulacak merkez, altına sığınılacak şemsiye olmadığı bir kez daha her iki millet tarafından da idrak edilmiştir.
Aksi taraftan meseleye yaklaşacak olursak, MHP ve Ak Parti içinde bu ortak paydada buluşamayan, çıkıntılık etmekte ısrar edenlerin iyot gibi açığa çıkıp ayıklanmasına da vesile oldu 16 Nisan referandumu. Hakeza bir siyasî parti başlığı altında olmasa bile irfan şemsiyesi altında Kürt milleti nezdinde de vaziyet benzer mahiyette.

Bu bakımdan ele alacak olursak, 15 Temmuz gecesi ve 16 Nisan referandumu, millet tarafından yeni bir üst kimliğin, İslâm hüviyetinin devlete deklarasyonudur aynı zamanda.

Millet Hafızasına Kavuşuyor: Ardı arkası kesilmeyen dış tazyikin toplumumuz da meydana getirdiği şok dalgaları, Cumhuriyetin ilk yıllarından beri sistematik bir şekilde hafızası silinmeye ve bunun yerine sunî hatıralar ikame edilerek ruh köklerinden koparılıp Batılılaştırılmaya çalışılan milletimizin yeniden hafızasını kazanmasına vesile oldu. Senelerdir hafızasını kaybetmiş, dolayısıyla deli gibi dünsüz, bu günsüz ve yarınsız yaşayan insanımız, hafızasıyla beraber şuurunu da yeniden kazanıyor. Dolayısıyla devletin de artık kendi hafızasını yeniden hatırlaması ve tüm organlarıyla beraber yeniden şuurlu bir şekilde kendisini bulması icab ediyor.

Zıt Kutbun Evhamı: Ülkemizde kahir bir çoğunluk İslâm ortak paydasında buluşuyorsa da, buluşmayanlar ve bu ittihaddan çekinenler de yok değil elbet. Çünkü senelerdir azınlığın çoğunluğa yer gösterdiği bir ülkeydi Türkiye ve bu vaziyet artık hiçbir şekilde sürdürülebilir değil. Ama kaygılanmalarına lüzum yok; çünkü eğer ki Türkiye kendi millî hüviyeti olan İslâm’ı benimseyecek olursa, onların hayatları ve istikballeri de teminat altına alınmış olacak, aradaki fark ise bize yabancı hayat tarzlarını sokak ortasında meydan okurcasına sergileyememek ve cemiyete de sirayet ettirememek olacak. Yok illâ ki ben sokak ortasında da azacağım, sapıtacağım diyen yoktur diye tahmin ediyoruz.

Uçsuz Bucaksız Hürriyet: Türkiye’nin yeniden İslâmî bir hüviyete bürünmesi karşısında en önemli endişe kaynaklarından beri de hürriyet alanının kısıtlanacağı düşüncesi. Tıpkı paravan şirketler gibi bugün paravan İslâm Devletleri de var. Bunlar işleyişleriyle korkuyu körüklüyorlarsa da, kötüden örnek olmayacağı da bedahet.

Müslüman için aslolan mubahlardır ve mubah alanı ufkuna varılması mümkün olmayan uçsuz bucaksız bir platodur. Yasaklar ise bu uçsuz bucaksız platonun uçuruma açılan kapılarındaki kilitlerdir. Ve şeriat, cemiyeti muhafaza etmek üzere uçuruma açılan kapılara asılmış kilitlerin, devlet tarafından güvence altına alınmasıdır. Tabiî hürriyet alanı bununla sınırlı da değil. Cemiyeti peşinden sürüklememek ve meydan okuma tavrına girmeksizin ferdî ve hususî olarak isteyen herkes kendisini uçurumdan aşağı da atabilir. Fakat meydan okuyan bir tutum içinde, cemiyeti de kendi peşinden uçuruma sürüklemeye kalkan olursa da, bunun bedelini hukuk kuralları çerçevesinde öder.

Allah’a kulluğun hâkim olmadığı yerde kula kulluk başlar. Kula kulluğun bütün maddî imkânlarına rağmen Batıyı topyekûn sürüklediği felâket ortada. Hem zaten bugüne kadar “ben kula kulluk düzeni istiyorum” diyeni de duymadık. Senelerdir muasır medeniyet seviyesi olarak işaret edilen ve doğrusu yanlışı muhasebe edilmeden üzerimize giydirilmek istenen Batılı devlet, cemiyet ve fert anlayışının yanlışlarından doğan doğruları arayarak mı devam edeceğiz, yoksa müteâl mutlak hakikatlere sımsıkı sarılıp kendi düzenimizi mi tesis edeceğiz? Mesele budur.  

İdare Ruhu: Aslına bakacak olursanız, Kutlu Doğum Haftası vesilesiyle geçtiğimiz hafta düzenlenen toplantıda bir konuşma yapan Cumhurbaşkanı Erdoğan meseleyi kısaca özetledi; “Yapmamız gereken tek şey Kur’an’a, sünnet-i seniyyeye, ehl-i sünnet geleneğine sahip olduğumuz müktesebata ve bunların ışığında birliğimize, beraberliğimize, kardeşliğimize yeniden sarılmaktır.” Bu doğru olmakla beraber işin millete bakan veçhesi. Gelelim devlete bakan veçhesine...
Kur’an’ı, sünnet-i seniyyeyi ve ehl-i sünnet geleneğini, hülasa “Mutlak Fikir”i devletin idare ruhu hâline getirmek ve değişen idare şeklini de bu ruha mutabık bir şekilde dönüştürmek.

Hazret-i Ömer gibi şahsiyetlerin yaşadığı, yaşanmış ideal devri “ütopya” diye yaftalayan, buna mukabil asıl ideale bu derece yabancılaştıkları için kendileri ütopik olanlar da var elbet. Tek gereken samimiyet… Onlara “ütopya” olarak görünen fakat yaşanmış emsali olan ideali bugünün dünyasına hâkim kılmaktan yana bundan başka hiçbir beis yoktur.

Bir batılı düşünür diyor ki; “yüksek kültür”ler daha ziyâde “devlet kisvesi”ne bürünmüş milletlerde ortaya çıkar ve o devlet tarafından temsil edilir. Dolayısıyla devlet, cemiyet ve fert birbirinden tecrit edilerek ayrı ayrı değerlendirilemez. Dolayısıyla bu devletin millete, milletin devlete verebileceği bir ödev değildir. Devletin idare eden rolü gereği başlatması ve takib ederek millet ile beraber nihayete erdirmesi ve yaşatması gereken bir süreçtir.
***
Türk, Kürt ve diğer kavimlerden mürekkeb Anadolu İnsanı için İslâm’dan başka bir ortak payda yoktur. Bu milletlerin, yaşadığı coğrafya dışındaki tek ortak paydasının artık devlet tarafından da kimlik hâline getirilmesi ve bununla beraber hedef, gaye ve usulü belli olan, devlet gibi bir devlet düzeninin tesis edilmesi kaçınılmazdır.

Gerek Cumhurbaşkanı Erdoğan ve gerek Devlet Bahçeli’nin de bu ortak payda konusunda Müslüman Anadolu İnsanı ile hem fikir olduğu kanaatindeyiz. İdare ruhundan başlayarak idare şekline kadar “Mutlak Fikir”in devlete ve millete hâkim kılınması, Türkiye için artık bir varlık-yokluk meselesi hâline gelmiştir.
Not: %48’lik “hayır” oranına bakarak böylesi bir değişime karşı çok kuvvetli bir direniş olacağını zannedenler yanılırlar. Bilinsin ki; ülkemizde yaklaşık beş milyonluk –ki bu da az değil aslında- bir kuduz İslâm düşmanı güruh var ve emin olun ki onlardan nemalananlar da dahil olmak üzere hiç kimse böylesi bir değişim ve dönüşümün karşısına dikilip, kendisini milletimizin kahir çoğunluğunun hedef tahtasına koymayacaktır. Beş milyonluk İslâm düşmanı kitleyse, ya bu değişime rıza gösterip kendisine gösterildiği yerde duracak yahut haline bakmaksızın bize yer tayin etmekte ısrar edecek ve neticelerine katlanacaktır.
Dışarıdan bu sürece yapılabilecek müdahalelerden de korkmaya gerek yok. Zaten ellerinden geliyor olsa, bizi bugün bir kaşık suda boğacaklar. Yani Batı cebhesinde değişen bir şey olmayacak.
***
Kıbleden esen rüzgâr her geçen gün şiddetleniyor... 

Baran Dergisi 537. Sayı