İktisadı, Batılılar, senelerce sınırlı kaynaklar ile sınırsız taleb arasındaki muvazenenin kurulması şeklinde tanımladılar. Endüstri devrimine kadar yoğun emek gerektiren sektörlerde gerçekten de üretim uzmanlık gerektiren, yavaş ve yüksek maliyetli olduğu için arz oldukça sınırlıydı. Endüstri devrimiyle beraber makinenin (ve bu sayede emeğin kat be kat yoğunlaşmasının) üretime dâhil olması ve global mânâda inşâ edilen lojistik altyapılarının sisteme entegrasyonu ile beraber önce üretim çılgınlığı başladı. Dünyanın iki kutuplu olduğu dönemde devletine sadık millî sermayeler eliyle gerçekleştirilen üretim ile Batı dünyasında ciddî bir kalkınma gerçekleşti. Soğuk Savaşın sona ermesini takib eden yıllarda ise bu üretimin yegâne motivasyon kaynağını teşkil eden daha fazla kâr hırsı, sermayeyi milliyetsizleştirdi ve sermayenin, üretimin en büyük maliyet kalemi olan emeğin ucuz olduğu diyarlara kaymasına sebeb oldu. Bugünden bakıldığında açıkça görüldüğü üzere sermaye, üretim yapmak için emek maliyetinin yüksek olduğu Amerika ve Avrupa’dan uzaklaşarak Çin başta olmak üzere nüfusun çok, emek maliyetinin düşük olduğu ülkelere iltica etti. İlerleyen üretim teknolojileri ve düşük emek maliyeti dolayısıyla dünya çapında endüstri devriminden sonraki ikinci büyük üretim çılgınlığı gerçekleşti ve halen de sürüyor.

Başta Amerika olmak üzere Batı dünyası ilk planda sermayenin doğuya yönelişine seyirci kalmayı tercih etti. Gerek dünya çapındaki rezerv para olan Amerikan Dolarını gerekse hâlen büyük finans kaynaklarını elinde tutuyor olması dolayısıyla ilk yıllarda üretimin yani bir bakıma hamallığın üzerinden kalkmasından belki de memnuniyet duydu. Fakat ilerleyen yıllarla beraber üretimin bilhassa Çin’e kayması dolayısıyla ekonomilerin en büyük problemi olan işsizlik gitgide Batı için sorun olmaya başladı. Bir diğer taraftan üretimin ve dolayısıyla sermayenin el değiştirmesi, kapitalizmin en büyük handikaplarından birini su yüzüne çıkarmış oldu. Çin, dünya üretiminde tekel olmaya doğru ilerledikçe, diğer ülkelerde üretim gerilediği ve ferdî ekonomilerde daralma başladığı için tüketim nisbî olarak yavaşlama emareleri gösterdi. Başlarda Batı dünyası bu sıkıntıyı aşmak için finansal hokkabazlığa yöneldi. Reel planda karşılığı olmayan paralar kredi adı altında dağıtılmaya ve böylelikle piyasadaki arz çılgınlığı, tüketim çılgınlığı sayesinde sürdürülebilir kılınmaya çalışıldı; tâ ki 2008 senesinde yaşanan büyük finans krizine kadar.

2008 senesinde yaşanan ekonomik kriz, üretim yapmadan tüketmeye dayanan bu sistemin daha fazla sürdürülemeyeceğini bütün dünyaya ihtar etti. Sosyal refah ve düşük emek ile konforlu yaşam temeli üzerine kurgulanan Batılı hayat tarzı, böylelikle ilk büyük tokadı yedi ve gerçek dünya ile yüzleşmeye başladı. Tabiî gerçekliği kavramak ona ayak uydurmak anlamına gelmiyor. Ucuz üretim yapacak şekilde teşkilatlanmış, üretim ile alakalı tüm yatırımlarını yapmış ve elinde de yeni yapılacak her türlü yatırımla rekabete girebilecek çapta sermaye birikimini haiz olan Çin ile bugün sıfırdan başlayıp rekabete girmek için aslına bakacak olursak inkılab çapında adımlar atılması gerekiyor. Yâni Batı’nın senelerdir dünyanın geri kalanından kendisini tefrik etmesinin ve üstünlüğünün portresi olarak kullandığı hayat tarzından vazgeçmesi icab ediyor.

Çin
Çin, dünya çapındaki üretim dengelerini altüst etmekle kalmıyor tabiî. Elinin altında bulunan ciddi sermaye birikimini adeta rüşvet gibi gelişmekte olan ülkelere kredi adı altında kullandırmak suretiyle kendisine karşı gümrük duvarlarını yukarı çekerek tedbir alınmasına da mâni oluyor. 

Bir diğer taraftan Çin elini dışarıya da uzatıyor ve başta Afrika’ya yönelik olmak üzere kapsamlı bir strateji uyguluyor. Ekonomik ve ticari nitelikleri baskın olsa da bu politikanın siyasî ve kültürel boyutları da var. Çin’in Afrika’ya yönelik yeni politikasında başlıca hedefleri aşağıdaki gibi özetlenebilir:

Çin’in petrol tedarikinde kaynaklarını çeşitlendirme ve Ortadoğu ile Arap Körfezi bölgesine bağımlılığını azaltma politikası çerçevesinde Afrika petrolü, özellikle 90’ların başından itibaren Çin dış politikasının en önemli hedeflerinden biri haline geldi. 1985 yılında ürettiği petrolün yaklaşık yüzde 25’ini ihraç ederek petrol ihraç eden ülkeler arasında yer alan Çin, 1990 yılından itibaren petrol ithal eden bir ülkeye dönüştü ve büyüyen ekonomisiyle paralel olarak petrol ihtiyacı her geçen gün daha da arttı.

90’lı yıllardan başlayarak yüzde 10’ları aşan yüksek büyüme hızlarıyla gelişen, devasa üretim kapasitesine sahip Çin ekonomisinin enerji ihtiyacını karşılamak amacıyla kaynaklarını çeşitlendirme yoluna gitmesinde, uzun süredir ana tedarikçisi olan Ortadoğu’nun istikrarsız yapısı ve petrol sevkiyatında yaşanan zorluklar da etkili oldu. Tabiî burada Ortadoğu’daki petrol yatakları üzerinde nihai söz sahibi olan Amerika’dan kurtulmak istediğini de unutmamak gerek…

Dünya ham petrol rezervlerinin yüzde 8’ine sahip Afrika kıtası, OPEC üyesi üç ülkeye de (Cezayir, Nijerya ve Libya) ev sahipliği yapıyor. Afrika’daki petrol sahalarının kolayca güvence altına alınmaya uygun olması gibi birçok başka sebep, Çin’in hem devlet hem de özel sektör eliyle Afrika’da önemli petrol yatırımları yapmasının önünü açtı. Nitekim toplam petrol ithalatının yaklaşık yüzde 25’ini Afrika’dan karşılayan Çin’in ana tedarikçileri Sudan, Angola, Cezayir, Gabon ve Çad’dır. 

Tüm bunlarla beraber Çin, yalnız ürün değil aynı zamanda nüfus da ihraç ediyor. Bilhassa Afrika’da 2016 senesinde tahminen 2 milyon Çinli bulunmaktaydı ki bu sayının ilerleyen yıllarda katlanarak artması bekleniyor. 

Bir diğer kayda değer husus ise Çin’in sürekli büyümek zorunda olması. Büyümek için daha fazla üretmek ve bunun için de daha fazla tüketici bulmak zorunda ki bu vaziyetin sürdürülebilir olmadığı 2008 senesinde yaşanan krizle beraber kendisini açıkça ortaya koymuş bulunuyor. Tüketicilerin ihtiyacı olan kaynakları sağlamak için Çin, dünya çapında yatırımlar gerçekleştirmek yoluna gitse de orta ve uzun vadede bunun sürdürülebilir olmadığı aşikâr.

Üretim planında belli alanlarda uzmanlaşmak yerine neredeyse her “şey”i üreten Çin ile ilerleyen yıllarda bu sistem içinde kalmak suretiyle rekabet etmek, yani devletlerin en temel ekonomik vazifesi olarak insanlarına iş bulması mümkün olmayacak gibi görünüyor. 

Kapitalizmin Sonu
Tekrar başa dönecek olursak, yukarıda da ifâde ettiğimiz gibi Çin’in ekonomik sistem üzerinde kurmuş olduğu hegemonyanın kırılabilmesi için bugün dünyanın önündeki tek seçenek, hayat tarzlarını inkılab çapındaki hamleler yapmak suretiyle değiştirmesinden geçmektedir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Batı’da tesis edilen emniyet içinde, yüksek refah ve konfora dayalı hayat tarzının sonuna gelinmiş bulunulmaktadır. Sürekli olarak kendisine bu hayat tarzını idealize eden ikinci ve üçüncü dünya ülkeleri için bu vaziyet büyük bir hayal kırıklığını peşinden getirdiği muhakkak… Bununla beraber, gelişmekte olan ülkelerin sahib olduğu esneklik aslında onlar için Batılı ülkelerden daha fazla hareket alanı sağlamakta.

Evet, dünya çapında kapitalist ekonomi anlayışının, yine kapitalizmin kendi açmazları dolayısıyla sonuna gelmiş bulunuluyor. Herkes bunun farkında olmakla beraber asıl sorun şu ki, kimse mevcut sistemin yerine hangi sistemi ikâme edeceğini bilemiyor/bulamıyor. 

Türkiye ise henüz topraktan çıkarmamış olsa da dünya çapında çağımızın fert ve toplum meselelerine çözüm getiren ve işleri hâli yoluna koyan tek düzeni, sistem çapındaki fikrin Başyücelik Devleti modelini haiz olmasıyla aslında en şanslı konumda bulunuyor. 

Dünya büyük bir değişimin eşiğinde, kendisini mevcut garabetten kurtaracak anlayışı bekliyor. 


Baran Dergisi 673. Sayı