Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki, fikirlerin içi boşaltılmış, idrakler iğdiş edilmiş, zihinler allak bullak… Öyle bir dönemde ve öyle koşullar altında yaşıyoruz ki; neyin, nerede, nasıl yapılacağını ve yapılan şeyin ne ile alakalı olduğunu yahut da olması gerektiğini bile farkedemiyor, üzerine düşünemiyor ve hâliyle hakkında fikir üretmekten bile aciz olduğumuz için hiçbir şey yapamıyoruz. Yanlışlar üzerine kurulu bir düşünce yapısı, bilgi birikimi ve davranışlar yumağına hapsolmuş giderken dayanak noktalarımızın yanlış olması veya bir dayanak noktamız bile olmamasından dolayı hakikate ulaşmamız da imkânsızlaşıyor. Bu hâlimizle bir otomobilin veya herhangi bir vasıtanın ardına bağlı vaziyette yerde toza, toprağa, çamura bata çıka sürünürmüş gibi aciz bir görüntü sergiliyoruz.
Sanattan kültüre, iktisattan politikaya, düşünce yapısından bunu hayata tatbik yöntemlerimize kadar her sahada bir cam fanusun içerisinde dışarıyı görmesine rağmen dışarı çıkmaya her teşebbüs ettiğinde camdan duvarlara çarpan ve bu camdan duvarlara çarpışların hiçbirinde o fanusun içerisinde hapsolduğunun farkına bile varamayan zavallı sinekleri andırıyoruz.
Bir hâdise veya probleme yaklaşırken ilk olarak sorunun ne olduğunu tesbit, ardından sırasıyla nedenini teşhis, çehresini ve çevresini tahkik ve çözümleme yapmamız gerekirken; biz, mevzu bahis olan hadise hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadığımız halde, hiçbir usûl gözetmeksizin, kendimizi bu mesele hakkında konuşmak zorunda hissedercesine “Bence burada mesele…” diye başlayan, laf-ı güzaftan ve boş lakırdıdan öte geçmeyen kelimeler sarfetmek suretiyle Allah’ın verdiği nefesi boşa harcıyoruz. Bir mevzuda ehil olamıyor, ehil olmak için çabalamıyoruz; üstüne bir de ehil olamadığımız bir meselede boş laflar etmekten de imtina etmiyoruz. Bu ne büyük bir garabet?.. Nerede koptu bu dananın kuyruğu da biz neden ve nasıl bu hale geldik?
Kronolojik sırasıyla; Ortaçağ Avrupası’nın İslâm ve Müslümanlar karşısında hiçbir fikrî değer üretememekten muzdarib hâli, İslâm dünyasının bir güneş gibi pırıldaması ve zamanla bu pırıltının da getirmiş olduğu rehavet ile İslama muhatab anlayışın kaybedilmesi ve değerlerini-fikirlerini muhafaza edip geliştirmedeki eksikliği, akabinde yine o yerle yeksan durumdaki Batı’nın bir sıçrama ile sanat, estetik, edebiyat, politika, iktisat, sosyoloji ve bilcümle sahada ardı ardına gelen hamleleri… Fikirler, akımlar ve olaylar… Bütün bu fikirler materyalizmin madde ve hadiseyi sathî olarak ele alan çerçevesini aşamazken, Batı aslının İslâm’da olması hasebiyle İslâm dünyasından apardığı düşünceleri kendi şuur süzgecinden geçirerek sathîleştirmek koşuluyla maddeye bağlı bir hüviyete büründürmüş; kendi sığ düşünce yapısının idrak kapasitesi nisbetinde şekillendirmeye çalışarak yakalandığı hastalıktan böylece kurtulmayı hedeflemiştir; fakat dikkatlerinden kaçırdıkları husus bu hastalığa yakalanma sebeplerinin yine materyalizm olduğudur. Bu çaba da aslında bataklık üzerinde uçuşan sinekleri öldürmekten öte bir mânâ ifade edemezken, öldürülen sineklerin yerine yenilerinin türemesi gibi, materyalizm virüsü bir lokomotif misali çalışarak vebalı Batı’nın vücudunda yeni yaralar açmaya devam etmiş ve etmektedir. Kısacası bu tedavi hastalığı iyileştirmemiş, sadece ömrü bir süre daha uzatmıştır.
Öte yandan kendimize dönüp, hâlimize bakar ve bir iç muhasebeye yönelirsek, Batı’ya her baktığımızda aynaya bakıyormuşuz gibi bir hisse kapılmamak mümkün değil, hatta kaçınılmaz gerçek… Taklidi bile tam anlamıyla becerilemeyen bir Batı özentiliği neticesinde aynı hastalığa yakalanmış durumdayız. Yalnız dikkat edilmesi gereken fark, biz bu hastalığın ilacını “ceketimizin astarında” kaybetmişiz.
Maymunvâri taklitçilik neticesinde Batılı gibi düşünüyor, oturup kalkıyor, yiyip içiyoruz… Batı normlarına göre yaşarken havsalamız cam fanusun dışını hayal bile edemeyecek biçimde iğdiş ediliyor ve bunun farkına bile varamıyor; hâliyle bir mesele konuşamıyor, düşünemiyor, yazamıyoruz.
Batı Endülüs’ten, Osmanlı’dan ve hâliyle İslâm medeniyetinden devşirdiği alet, edavat ve en mühimi fikirleri kendi bünyesinde içselleştirip bize kendi malıymış gibi yuttururken biz de bunu afiyetle yiyoruz. Fizikte izafiyeti Mevlana’dan alıp Einstein’e veriyor, sanatta Endülüs’ten çıkan gitarı Batı’nın malı kabul ediyor, iktisadda İbn-i Haldun’un vergi eğrisi grafiğini Laffer eğrisi diye adlandırıyoruz. Batı bizden aldığını bize materyalist bir biçimde modernize ederek sunarken, Batı normlarının dışında düşünme yetisini yitirmiş olan biz de ya modernleşiyor ya da orijinal bir şey ortaya koyamayıp körü körüne karşı olmak yoluna saparak “karşı düşünceyi tersten yaşatıyor” ve yobazlaşıyoruz…
Bir fizik profesörümüz çıkıp “kardeşim bugün ortada bir sistem var ve bu sisteme göre düşünmek zorundayız” diye ahmakça bir tavır sergileyebiliyor. Adam profesör olmuş; ama insan olamamış, çünkü insanın bir düşüncesi olur, kendine has bir fikri olur! Bu adamın karşısına bir münazara ortamı oluşturulması için çıkarılan şahıs da “şu ayet de bu deniyor, bu hadis şöyle, bu kıssaya cevap ver” diye savsaklayıp duruyor. Demezler mi adama “kardeşim senin hiç kendi fikrin yok mu?” İşte bir tarafta modernist, bir tarafta yobaz… Her gün televizyonlarda aynı tarz programlar, aynı türden tartışmalar, boş lakırdı-laf-ı güzaf…
“Neden bu durumdayız?” diye sorulduğunda birçoğunun vereceği cevaplar sabittir: “Rejim bizi hep baskı altında tutarak bu hale getirdi”, “Batı çok güçlü, elden bir şey gelmiyor”… Bu lafları duymaktan gına geldi artık… Peki, Batı Rönesans’ı yaparken engizisyon mahkemelerinin gölgesinde tir tir titremiyor muydu? Batı Rönesans’ı yaparken Doğu’nun sanatta, fende, matematikte, astronomide ve bilcümle sahada İslâm’ın nefesini ensesinde hissetmiyor muydu? Anlaşılacağı üzere bu cevaplar sadece “ben tembelim” demekten kaçmanın en temel yolu…
Her şeyin temelinde sanat var… Politikada, iktisatta, resimde, müzikte… Biz en temelde bu sanakârane tavrımızı yitirmiş olmanın ceremesini çekiyoruz. Garabete bakın ki Müslümanların birçoğu bugün çıkıp “ben sanattan anlamam” diyebiliyor ve her şeyden önce Allah’ın kâinatı sanatkârane bir biçimde yaratışını görmüyor veya görmezden geliyor. Sanattan ve estetikten mahrum olmamız yüzünden iyi ve kötüyü ayırt edemiyor, kötü olanı ayırt edemediğimizden kötüyle savaşamıyor, kötüyle savaşamadığımızdan kötü durumuna düşüyoruz…
Tüm bunları düşününce İBDA Külliyatı’nın estetik idraki neden başa aldığını anlamak da daha kolay bir duruma geliyor. Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu estetik idraki başa alırken, her alanda bir eser vererek gelenlerin-gençlerin her birinin farklı bir alandan tutup yürümesini ve o alanda ehilleşmesini ihtar ediyor.
Şimdi bize düşen ehil olmamız gereken o alanda yürürken, onu estetik bir zarf ile topluma sunmak ve orijinal fikirler üretebilmektir.


Baran Dergisi 357. Sayı