Koca koca devletler, halka şeklinde dizilmiş sandalyeler etrafında, fonda çalan “tam tam” ritmine eşlik edip çılgınca dans ederek, ses her kesildiğinde bir sandalyeyi kapmak suretiyle eğleniyorlar, Suriye’de. Onların çocuklarının organları pazarlarda satılmıyor, onların çocukları Akdeniz’e yalnızca tatil için gidiyor, onların eşleri pazarlanmıyor, onların kızları satılmıyor. Bilhassa İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra vicdan ve insaf hislerinden tamamen arınmış, vahşileşmiş Batı adamı için, Suriye’de yaşananlar bir kısım ekonomik maliyetler haricinde, (ki bu maliyetler de böylesi bir eğlenceyi izlemek için değer) hiç ama hiçbir anlam ifâde etmiyor.
Ölen, işkence edilen, satılan, evinden barkından olan ve tüm bu şartlar içinde hâlen cebinde kalan üç kuruşa göz dikilen kişi nasılsa Müslüman… Müslüman olduğu ve Batı’nın İslâm’dan koparmak için gösterdiği bunca çabaya rağmen hâlen Müslüman kalmakta ısrar ettiği için tüm bu yaşananlara müstehaklar Batılılar nazarında…
“Ayinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz” ölçüsüne göre yaşananlara bakarsak, Suriye meselesinin Batı nezdindeki karşılığının tam da yukarıda ifâde ettiğimiz şekilde olduğunu rahatlıkla görebiliriz.
***
Sandalye kapma oyununu, hâkimiyet kurmak ile eş anlamlı gören Batılı, kaptığı sandalyelerden payına düşeni almak üzere birkaç seferdir Cenevre’de toplantılar düzenliyor. Suriye’de yaşananların müsebbibi olmaktan başka hadisenin tarafı olmayanlar, bugün barış masasını da kendileri kuruyor ve yaşananlara direkt olarak taraf olanlara kendi arzularını dayatmanın keyfini sürüyorlar.
Birinci ve İkinci Cenevre toplantıları bilindiği üzere somut bir sonuç elde etmek yerine, bundan sonrasında izlenecek yol haritasını belirlemek için yapıldığından, o zamandan beri herkes Suriye’de bir köşe kapmanın peşinde vahşete vahşet ekliyor.
Geçtiğimiz sayılarda herkesin tarihî misyonunu üstlenmeye başladığından dem vurmuştuk. Şimdi şu rol dağılımına bir göz atalım:
Roma, bölündükten sonra Batı Roma diye anılan devletin rolünü ABD üstlenmiş vaziyette.
Doğu Roma, yani Bizans rolünde Rusya oynuyor.
Ehl-i Sünnete, yani Müslümana düşmanlıkta her ikisine da parmak ısırtacak kadar azgın ve arsız Safevî Devleti rolünde İran.
Haçlı Seferlerinin finansörü Krallıklar rolünde Avrupa Birliği.
Bundan bir asır evvel Balkanlarda kurulan milliyetçilik ile maskelenmiş olana benzer bir tuzağa hızla sürüklenen Marksist, Leninist, Maoist Kürtler.
Yine neredeyse iki asır evvel kurulan mezhebsizlik tuzağının içine düşen ve kendilerini Selefî sanan Müslüman gençler...
Ve İsrail...
Kötü ve saf adamlar kadrosu alabildiğine zengin bir şekilde tamam da, iyi adam nerede? Devir devir bu misyonu üstlenen ve rolünü hakkıyla oynayan Selçuklu, hilâfeti ele alarak bütün İslâm Âlemini bir sancak altında buluşturan Osmanlı rolünü oynayacak kahraman nerede? İslâm Âlemi’ni meydana getiren ülkelere baktığımızda Türkiye’den başka böylesi bir rolü üstlenecek devlet teşekkülü görünmüyor. Peki Türkiye böylesi bir rolü oynamaya hazır mı?
***
Cenevre ve bunun gibi toplantıların, uzun yıllardır ezber ettiğimiz üzere, BM Güvenlik Konseyi’nin beş daimi temsilcisinin, dünyanın geri kalanına masada yer göstermek ve ardından da kendi isteklerini dikte etmek üzere yapıldığı artık herkesin malumu. Başta Türkiye olmak üzere, Suriye muhalefeti ve diğer Müslümanlar, kurulan bu masadan kendi hayırlarına bir netice çıkmasını bekleyecek kadar saf ve salak değillerdir herhâlde. Öyleyse?
***
Cenevre’de sahneye konan tiyatro, yukarıda özetle bahsettiğimiz minvalde sürüyor.
***
Her ifâde yerine göre ferde, yerine göre cemiyete ve yerine göre de müesseselere yöneltilebilir. Bu bakımdan Üstad Necib Fazıl’ın Gençliğe Hitabesinde geçen şu ifâdenin muhatabı fertler olduğu gibi, yeri geldiğinde cemiyet ve devlet de olabilir:
“ ‘Kim var!’ diye seslenilince, sağına ve soluna bakınmadan, fert fert ‘ben varım!’ cevabını verici, her ferdi ‘benim olmadığım yerde kimse yoktur!’ duygusuna sahip bir dava ahlâkını pırıldatıcı bir gençlik...”
Ruh planında köhnemiş ve çürümeye yüz tutmuş Batı’nın, hayatının tüm dayanaklarını üzerine bina ettiği maddî sütunların da bir bir sallandığı bugünlerde, artık Türkiye’nin sağına soluna bakma lüksü yoktur.
Sınır ihlâli dolayısıyla Rus uçağını düşürmekle, Lazkiye üzerine yürümek ve hattâ belki de İsrail sınırına doğru sarkıp, “tamamdır beyler, hadi şimdi oturalım ve yeniden konuşalım” demek, diyebilmek arasında yaptırım bakımından bir fark olmadığı iradeyi elinde tutanlar tarafından idrak edildiği vakit, kurulmuş tiyatrolardan bahsetmenin ne denli lüzumsuz bir iş olduğu da anlaşılacaktır.
Tekrar hatırlatalım, kim ki “sağına soluna bakmadan ‘ben varım’” derse, bu oyunu o kazanacak! Gerisi laf-ı güzaf... 

Baran Dergisi 473. Sayı