"İnsan ruhu,
Nice andırsın suyu!
İnsan kaderi,
Nice andırırsın yeli!"
Johann Wolfgang von Goethe

(1) Nice andırır felsefe sisteminin serencâmı ırmak mecrâını!

Uzunluğu altı bin dört yüz km olup genişliği otuz ile yüz km arasında değişen, Atlas okyanusuna yılda taşıdığı saniyede yüz doksan bin m3 tatlı suyu denizin yüz altmış km açıklarına dek karışmadan taşıyan koskoca görkemli Amazon ırmağı, Ant dağlarında dört bin sekiz yüz kırk m yükseklikteki ufak bir pınardan kaynaklanır. Kayalardan çağlayarak aşağılara akar. Çay dereleşir. Perunun yağmur ormanlarına vardığında mecrâını genişletir. Hem öylesine ki, dere gün gelir ırmaklaşır. Özge derelerle, ardından ırmaklarla beslenerek özellikle Brezilyaya girdikten sonra alabildiğinde geniş bataklık düzlüklerde çevreye yayılır. Yer yer kayalıklarla karşılaştıkca mecrâı daralır. Yayılamayınca, ne yapsın? Büyük çabalarla dibini oymağa koyulur. Yatağı daraldıkca, derinleşecek. Öyle olur ki, artık dibini dahî oyamaz hâle gelir. O durumda kendine yeni bir mecrâ bulmak amacıyla gerisin geriye bile döndüğü olur. Yağmur ormanlarında izlenmesi haylı zor menderesler çize çize kavuşmağı arzuladığı denizin, ummanın yönüne yöresine yüzünü yeniden çevirir. Antların dört bin küsur metre kuş uçmaz kervan geçmez yüksekliklerinde sicim sicim incecik dökülen çay, gün olur suları her bakımdan zengin ve okyanus gemilerinin kıtanın üç bin altı yüz km içlerine dek sokulabildiği geniş ve derin bir ırmak hâlini alır.

İşte, benzer biçimde, bir felsefe sistemi de, cılız bir menbâdan, belli bir varsayımdan kaynaklanır. Geniş bir düzlükte akıp malzeme bakımından olağanüstü raddede zenginleşerek muazzam çeşitlilik kazanır. Ardından yatağını derinleştire derinleştire uzmanca özellikler edinir. O uzmanca özellikler çerçevesindeyse derlenip toparlanır ve felsefe, belirli bir sistem biçimini alır.

(2) Felsefe, şiir gibi, sorun yüklü, bunalımlı ortamlarda kendini gösterir. İstikrârlı, düzayak, tek boyutlu kültür hayatında oysa, gündelik yaşama gâilesinin yarattığı mesele, günübirlik kısa vadeli çâre bekler. Bunalımlar, uzak menzillere uzanan çözüm gerektirici sorunlarla örülüdürler. Şiir yoluyla gönül, darmaduman olmuş duyguları nizâm intizâma sokarak güçlü bir feryât yahut haykırışla bunalıma karşı çıkıp onu alt etmeğe bakar. Felsefeye gelince; orada akıl, yönünü yöntemini şaşırmış düşünceleri derleyip toparlayarak yoluna yordamına koyar, anlamları bulanmış kavramları yeniden tarîf ederek onların geniş çaplı örgüsünden sistem kurmak suretiyle bunalımın yarattığı kargaşayı sona erdirmek gayretindedir. Gerekli manevî-fikrî donanımdan yoksun insan, bunalarak kargaşanın karanlık kuyusuna düşüp sonuçta beşerleşiverir. İşte, felsefenin işi, maneviyâtın fikrî cihetinden toplum-kültür varlığı insanı donatarak yapılandırmaktır. Fikirce yapılandırılmış, âbât kılınmış insan, artık, manen ve maddeten düzene kavuşmuş demektir. O hâlde, tarihin yaşanılan şu en bunalımlı çağında, evvelemîrde, yeni bir felsefeye ihtiyâç vardır.

Aristoteles'ten beri tarihte bellibaşlı felsefe sistemleri, çağlarının vazettiği sorunu belirli bir inceleme-araştırma sahasını, daha doğrusu, disiplinini önererek çözmeğe çalışmışlardır. Felsefenin vazgeçilmez demirbaşı ahlâkın yanında, Giambattista Vico, Johann Wolfgang von Goethe ile Karl Marx gibi birkaç istisnâ dışında, neredeyse bütün filosofların önerdiği inceleme-araştırma sahasının doğada olduğunu görüyoruz. Galileo Galilei'ye değin, Demokritos dışında, doğa araştırmaları canlı varlığa odaklanmıştır. Canlı, bilimin odağı kılınmış olduğundan, insan, en azından canlılık vechesiyle, araştırılmıştır. Nitekim canlılar biliminin beşere yönelik uygulama-zanaat uzantısı tıp, bahis konusu dönemde, yanî Eskiçağ Ege ile İslâm medeniyetleri boyunca, gerek felsefî gerekse tatbîkî anlamda dikkate değer gelişme göstermiştir. Galilei-sonrası döneme gelince; burada bilim, mekanikleştirildiği ölçüde insan, ya hepten safdışı kılınmış ya da bütün her şey gibi makine-benzeri kabul olunmuştur. İnsanın bu durumu, onu merkeze almış bir Karl Marx'ta bile değişmemiştir. İnsan, emeğinin ürünü maddî etkileşimlerin verisidir. Üretme, şu durumda, iki cihetli ana devindiricidir (dynamo). İnsanın ürettiği 'iktisâdî' denilen 'maddî değer' —ki, buna 'ürün' diyoruz—, döner, insanı üretir. Döngüsel (dairevî) bir süreç. Ne var ki 'kısır döngü', 'fâsit daire' değil. Zirâ döngülerden, kimi zamanlarda ve yerlerde, nicelikce artıp nitelikce düzgünleşen ürünle git gide yükselen bir hayat seviyesi ortaya çıkacaktır. Öyleyse, canlı-olmayan varlık sahasında gördüğümüz etkileşmeye dayalı typique bir mekanik düzenin, insana ve hayatına dahî hâkim olduğu pek açıktır. Maddî- mekanik işleyişin öngördüğüyse 'özgüçlülük'ten (Fr automatisme) başkası değildir. Burada bahsi geçen beşerî-iktisâdî 'özgüçlülüğ'ün, yanî automatismein tutsağı insan, üreten - üretilen döngüsünün yanında, tarih boyunca bir ikinciye daha konu olmuş gözüküyor: Ürettiren - üreten döngüsü. 'Üreten - üretilen'de olduğu üzre, 'ürettiren - üreten' arasında da 'dialektik etkileşme' söz konusudur. Bu, Marx'ın indinde 'tarihi dialektik'tir. 'Ürettiren - üreten'e 'sömüren - sömürülen döngüsü' de diyebiliriz. 'Sömüren - sömürülen döngüsü', toplumların sınıflaşması olayını berâberinde getirmiştir.

(3) Buraya değin anlattığımız, tarihte, kendi deyişimizle, medeniyetleşmiş kültür insanının durumunu yansıttığı iddiasını taşımaktadır. Nasıl yansıttığına gelince; bu, son derece sorunludur. Marx, insanı, daha doğrusu beşeri, Galilei- Newton klasik mekanik bilim kavrayışının automatisme-determinisme mecanique tableausuna tâbi kılarak inceleyip açıklamıştır. Automatisme- determinisme mecanique tableauda ise hürlüğün esâmesi okunmaz.

Örgütlenmişlik bakımından aşırı raddede karmaşıklaşmış canlı, yani hayvan bile belirlenemezken, insanı tayin etmeğe imkân ihtimâl varmı? Makinevârî tekrarlanır tarzda geriye dönüşlü çalışan canlı-olmayan işleyişleri (mecanismes) en azından, geçici olarak belirlemek mümkün. Fakat canlı mecanique olmayıp organiquetir. Onun örgütlenişindeki karmaşıklık derecesi arttıkca, belirlenmesi zorlaşır. İnsanı bireyliliğinde belirlemek, imkânsızdır. Topluma gelince; orada da ihtimâl çok düşüktür.

Kur'ân, insanın belirlenemezliğini şöyle anlatmaktadır:

"Denizde sıkıntıya düştüğünüzde,
Allahtan başka yalvardıklarınız kaybolur giderler.
Fakat O, sizleri, bir kere, karaya çıkararak kurtarmağa görsün,
Ondan yüz çeviriverirsiniz.
İnsan, pek nankördür" —Isrâ l 17 (67).

Beklenen nedir? İyiliği teşekkürle karşılayıp unutmamak: Kadirbilir olmak. Mantıkca doğru olan ahlâkca da öyledir. Gerçekten de durum böylemidir? Beklenenin, beklendiğince gerçekleşmesi, mekanik gidişe, sürece örnektir. Mekanisma, hürlüğün zıttıdır. Nasıl, mekanismada beklenenin, beklendiği gibi gerçekleşmesi gerekiyorsa, hürlüğün zıt ucuna yaklaşıldıkca, beklenmeyenin tezâhürü, bir o kadar mümkünleşmektedir. Ahlâklılık yahut ahlâksızlık tarzında görnüme çıkan ahlâk, hür varlığa mahsûstur. Mekanik olanın ahlâkı olamaz, o, ahlâkdışıdır. Mekanik canlı-olmayan, 'özgüçlü-varlık' sahasındandır. Buna karşılık biricik ahlâk varlığı insan 'özkudretli'dir. 'Kudret', 'kuvvet'in tersine, maddi yapıtaşlarından inşâa olunmamış bir 'güç'tür. Böyle olan insan, Allahın bizlere bildirdiği üzre, nankör olabilir; tıpkı, kadirbilir de olabileceği gibi. İnsan, hâl ile hareket tarzları ile kurallarını içine ekilmiş bulmadığından mekanik olmayıp baştan belirlenmiş değildir. Hangi yana, yöne sapacağını, ömrünün başlangıç dönemlerinde kendisi bile kestiremez. Mekanisma eksikliği, öyleki yoksunluğu durumunu, eğitim-öğrenim ile tecrübe dağarı, demekki yaşantı zenginliği zamanla kapatır. Bu yoldan kişi, ister istemez bilkuvve hürlüğünü bilfiile intikâl ettiremeden soluğu mekaniklikte alır. Bir kültür, nice medeniyetleşirse, bireyleri o denli mekanikleşirler. Bu gidişin doruğu Mâlî sermâyeci Çağdaş Küresel İngiliz-Yahudî medeniyetidir.

(4) Nedenin doğrudan doğruya etkilediği varolan, mekaniktir. Nerede, nedenden (cause) beklenen etki görülemiyorsa, orada, doğrudan doğruya tesbit olunamayan bir gizli güç işe karışmış demektir. Duyularla doğrudan yahut hattâ dolaylı tesbit edemediğimiz bu gizli gücün, canlı-olmayan doğadaki tezâhürüne 'takat' (energie); beşerin uzvî-dirimsel (organique-biotique) düzlemindekine 'nefs' (psyche); insandaysa, uzvîlik-dirimsellikten bağımsız biçimde kendini duyuruşuna 'ruh' (âme) diyoruz. Takat da nefs de ruh da, tarîfi (definition) ile tanıtlanması (demonstration) imkânsız olan o 'gizli güc'ün tezâhür etmiş üç farklı hâlidir. Sonuçları itibâriyle kendini maddî-fizik ile uzvî-dirimsel düzlemlerde gösterir. Buna karşılık, kendi 'ne'dir?'; bilinmez. Fizik dünyada aslı esâsı tesbit olunamaz. En açık ve belirgin tezâhürü, canlılardan hayvanlardadır. Bahsi geçen 'gizli güc'ün hayvanlardaki görünüme çıkan hâline 'davranış' diyoruz. 'Davranış'ın en sık karşılaşılan çeşidiyse, 'kaçış'tır.

'Varolma', mikroorganismalardan beşere dek bütün canlılarda temel gâye ve kaygıdır. Onun bireysel düzlemdeki muhâfazası, özellikle hayvanlar âleminde, 'savunma'dan önce 'kaçış'ta kendini gösterir. Tür-topluluk doğrultusundaysa, soyun sürdürülmesine yönelik çoğalma işleyişleri yürürlüktedir. 'Kaçma' davranışını boşandıran 'korku' duygusudur. Varoluşu doğrudan doğruya tehdide marûz kalan canlının, daha özgül konuşursak, hayvanın tepkisi, korkudur. Canlıolmayanın, 'neden'e maddî-mekanik 'direniş'i 'tepkime'dir. Bu, kestirilebilir, hesaplanabilir bir karşılıktır. Oysa 'tepki'[i] kestirilmesi, hesaplanması ya zor ya da imkânsız bir mukâbeledir. O da korkunun derecesinde kendini gösterir. Canlının tehdide karşı kullandığı savunma araçları bedenindedirler. Duyduğu tehlike karşısında doğan korkusu oranında canlı, daha doğrusu, hayvan, bedenini kullanır. 'Tehlike'nin şiddet derecesi düştüğü nisbette 'korku' azalır; bu durumda hayvan, 'tehdid'i defetmek üzre, bedeninde bulduğu araçlara (organ) başvurur: Savunma. Korkunun had safhaya ulaştığı durumdaysa, beden imkânlarını kullanmaktan vazgeçer. Son çâre kaçmaktır.

İnsana gelince; o, duymaktan önce ve öte, tehlikeyi yahut tehdidi düşünür. Zihninde kurduğu tehlikeden yahut tehditten korkar. Hayvanın doğrudan bedeninde duyduğu tehlikeyi insan, varoluşuna vâkî tehdid olarak düşünür. Tehlikenin, varoluşunu her daim tehdid etmesini düşünce âleminde beklemeğe (Fr&İng anticipation) koyulur. Tehlikenin nereden, nasıl ve hangi şiddetle gelip kendini duyuracağını hesaplamakla meşğûldür. Bunalım dönemlerinde beklenti artar. İnsanın bütün zamanını tehlikeyi beklemeğe hasretmesi, artık, başka işe vakit ayıramadan tehdidin hayâli ve idrâkiyle yaşaması duygu-düşünce durumuna 'kaygı' denir. Buna karşılık, tehlikeyi geniş zaman aralığında düşünmeme durumu, 'huzur' yahut 'dinginlik' dönemidir. Yaşadığı kültürün seviyesi n'olursa olsun, insan, gerek bireysel —ruhhastası değilse— gerekse toplumsal düzlemde öteden beri dinginliğe götüren yolu aramış, kaygıdan uzak durmağı istemiştir. İsteğin gerçekleştirilebilirlik derecesi, coğrafî havzadan havzaya, bir iklîm kuşağından öbürüne ve tabîî ki, kişiden kişiye, değişik bir dağılım göstermiştir.

Bireyin, tehlikeyi tek başına göğüsleyip savuşturması imkânsız olduğundan, toplumca yaşamaktan gayrı çıkar yol bulunamamıştır. Başta gelen çıkar yol, aile ile akrabâlık (dirimsel) topluluğu olmuştur. Aile, bireye, oldum olası, hem maddî -ateş- hem de manevî -huzur- sıcaklığı temin eden sığınak ile barınak - ocak- görevini görmüştür. Filhakîka, hayatta kişinin başına, mensûbu bulunduğu ailenin çözülmesinden daha kötü bir şey gelemez —işte, en ağır beddualardan: "Ocağı sönesisıca!"

(Ş. Teoman Duralı'nın, Dergah Yayınları'nca yayınlanan 'Sorun Nedir' isimli kitabından alıntılanmıştır.)

Ş. Teoman Duralı


[i] Fransızcada canlı-olmayan fizik-kimya çerçevede 'neden'in, beklenen, kestirilebilinen 'etki'si de; canlılar ortamında gelen 'etken'e verilen 'seçilmiş karşılık' da reactiondur. Varlıkca (ontologique- ment) iki düzlem birbirinden tamamıyla farklıdır. Türkce, birine 'tepkime', öbürüneyse, 'tepki' demekle ifâdeye belirginlik kazandırmaktadır.