Esefle belirtelim ki, bugün, pek çok devletin "anayasa"sı göstermeliktir. Yani, hem "idare edenlerin", hem "idare edilenlerin" vicdanında ve hayatında yer bulmayan, yaşanmayan ve yaşatılmayan yazılı kâğıtlardan ibarettir.

Siyaset adamları, bir ülkenin "siyasî yapısı" üzerinde konuşurken ve değerlendirmeler yaparken, umumiyetle, cemiyetin pratik işleyişinden çok, anayasalarındaki prensiplere göre yorum yapmayı severler. Oysa, Fransız hukuk alimi Moris Duverger'in de belirttiği üzere: "Dünyada mevcut birçok anayasa, tamamen göstermeliktir ve tarif ettikleri rejimin, memlekette olanla hiçbir alakası yoktur. Anayasa, âdeta, mevcut rejimi gizleyen bir paravana vazifesi görür". (M. Duverger, Siyasî Rejimler-Y. Gürbüz- 1966, Sf: 8).

Bizim kanaatimize göre de ülkeleri, siyasî bakımdan tasnif ederken, anayasalarından çok, pratik hayatın işleyişine bakmak gerekir. Bilfarz, anayasasında, insan hak ve hürriyetleri ile ilgili, pek çok güzel ifade ve yaldzlı cümle bulunan bir ülkede, gerçekte ve pratikte din ve vicdan hürriyeti var mı? Vatandaşlar, dinlerinin ve vicdanlarının emirlerini, isteyerek ve korkusuzca yerine getirebiliyorlar mı? Yoksa, anayasanın tanıdığı hak ve hürriyetleri, âmirler, patronlar, yetkili ve etkili kişi ve çevreler, ihtiras ve kaprislerine göre, genişletip daraltabiliyorlar mı? Durum kaprislerine göre, genişletip daraltabiliyorlar mı? Durum fikir ve düşünce hürriyeti için nasıldır? Seyahat, ticaret, mülk edinme ve diğer hak ve hürriyetlerin pratik hayattaki yeri nedir? Gerçekten anayasalar işliyor mu? Yani, ülkeyi idare edenler anayasaya mı uyuyorlar? yoksa "anayasayı kendilerine mi uyduruyorlar?"

Hiç şüphesiz, kendi anayasasına "iman eden" kadrolar, kendilerini, onun hükümlerine uydurmaya çalışırlar", fakat, inançsız kadroların, uyabilecekleri hiçbir anayasa yoktur. Onlar için siyaset, "nefs-i azîz etrafında dolaşan menfaat hesaplarından ibarettir". Bazı ilim ve fikir adamlarına göre, şimdi, siyaset sahnelerinde, daha çok, vicdanında hiçbir anayasa taşımayan, kendisinin bağlanamadığı, fakat diğer insanların esir alınmasına yardımcı olacak kanunlar yapmaya çalışan "inançsız kadrolar" dolaşmaktadır. Bu konuda Moris Duverger, şöyle yazar: "Ekseriya, siyasî rejimleri, pratikte işleyişlerine göre değil de, hukukî şekillerine göre tasnif etme yönünde bir temayül vardır. Bu düşünce, belki idare edenlerin, hareketlerini anayasa hükümlerine uydurmaya çalıştıkları o mesud devirlerde doğruydu. Fakat bugün, hukuk ile vakıa, metin ile ruh, mevzuat ile tatbikat arasında ki fark gittikçe genişlemektedir.". (M. Duverger, a.g.e. Sf: 8).

Bir ülkede veya dünyada "anayasa buhranından" söz ediliyorsa, gerçekte bu, bir "inanç buhranı" demektir. İnanan insanlar için bir "anayasa buhranı"ndan söz edilemez. Nitekim, "anayasa buhranı", imanın yerine şüphenin, millî menfaatler yerine sınıf ve zümre egoizminin, mukaddes ve yüce hukuk prensipleri yerine felsefî ideolojilerin, devlet yerine "partilere şartlanmışlığın" geçmesi ile büyümektedir. Oysa, milletler öyle bir anayasaya muhtaçtırlar ki, bu anayasa, onları, yani hem "idare edenleri", hem "idare edilenleri" kavrasın, hak, hukuk şuuru versin, ferdî ve içtimaî vicdanı, bir iman nuru halinde kuşatsın, kişi ve grupları, Allah'tan gayrısına kul yapmasın; her türlü, zulmü, haksızlığı, esareti ve sefaleti yok etsin. Kısaca, "anayasa", bütün tabakaları ile cemiyet için, bir "iman, ahlâk ve hukuk" âbidesi durumunda bulunsun.

Böyle bir "anayasa", asırlara dayanır; vicdanlarda yer bulur; ihlâli hem ferdî, hem içtimaî vicdanı birden harekete geçirir; böyle bir anayasanın koruyucusu bizzat cemiyettir. Tecrübeler göstermiştir ki, millî vicdanda yer bulamayan "metinler", ne kadar zorlarsanız zorlayınız, asla "anayasa" olamıyorlar.

S. Ahmet Arvasi, İlmi Tavır ve Ötesi, s. 58