Medeniyet, bizim kültürümüzde “medeni” kelimesinden gelmektedir. Batı’da ise medeniyet, ilim ve teknolojinin ortaya koyduğu bir gelişmişlik seviyesi. Birinde, insanın niteliğinde meydana gelen bir yücelme ve  nitelik kazanma; diğerinde ise, bilginin eşya ve fiziki dünyaya biçim verme özelliği kendisini gösteriyor. 

Medeniyetin İslam dünyasındaki kaynağı, Medine devleti. Bu devlet, Peygamberimizin dünyada ilk defa, farklı inanç ve ırkları, bir arada yaşayabileceği bir anlayışı ortaya koyan şehir devletine işaret ediyor. Batı medeniyeti ise, kendisini; Rönesans ile birlikte, her türlü kutsal ve ahlaki değerlerden uzaklaştırıp; iktisadi ve teknik gelişmenin sonuçlandırdığı bir “sanayi toplumu”nu sembolleştiriyor. Sonuçta biri insanı; diğeri ise, maddi faktörleri kendine yaşama gayesi olarak belirliyor.

Hayatın maddi bir çerçeveye sokulması

Aslında medeniyet, insanı en ideal anlayış ve kültür ile yetiştiren toplumsal ve siyasi yapıyı ortaya koyması gerekirken; insanı, bir kenara bırakıp; onun ihtiyaç duyduğu iktisadi ve teknik konuları hayatın en önemli hedefi haline getirmek, acaba nasıl bir zihni yapısının eseri; bunu çok boyutlu düşünmek durumundayız.  Aslında, Batı’da rönesanstan sonra insana değil de, eşya üzerine yoğunlaşmak ve fiziki dünyanın mantığını sosyal hayata ölçü olarak getirmek, onun en büyük hatası olmuştur.

İnsanlığın kaderini etkileyen bu maddi gelişme; eğer, ruh ve değerler alanı ile birlikte sağlanabilseydi, böyle bir ölçüsüzlük ve tek boyutluluk meydana gelmezdi. Fakat, batı’nın yaşadığı kilise fobisi ve onun “dinci mantığı”, batı entellektüellerini  hataya sevketti ve böyle bir sonucu ortaya çıkardı.

İnsanın en önemli ve belirgin yanı, onun ruhi ve sosyal bir özellik taşımasıdır. Dolayısıyla, ortaya konulan sosyal düzenlerin de bu temel üzerinde şekillenmesi gerekirken, insanın beden ve fiziki yapısını kutsallaştırmaya çalışması, ancak maddi araçların çokluğu ve bedeni haz olan cinsiyet çerçevesinde bir dünya görüşüne imkan verdi.  Batı dünyası, bütün enerjisini maddi alana ve onu geliştirecek ilmi çalışmalara kendini verdi. Ruhunu ihmal etti. Dolayısıyla bu durum; onda ciddi bir değer bunalımına yol açtı.

İnsanı bunaltan bir yaşama krizi

İnsanın asıl özelliğini gözden uzak tutan ve onu, sadece organizmacı ve maddi -cinsi beklentileri ile dikkate alan batının “akılcı medeniyeti”, toplumun sosyal, psikolojik ve idealist özellik ve beklentilerine cevap verememenin sıkıntılarını yaşıyor. Aynı şekilde, bu medeniyeti, sadece maddi gelişmesine bakarak benimseyen toplumlar da, aynı problemleri, fakat daha yavaş bir şekilde yaşıyorlar. Sonuçta; batı medeniyeti, bir kriz içine girmiş durumda. Bu krizin; sosyal boyutu her an karşımızda;  güvensizlik, samimiyetsizlik, adaletsizlik ve merhametsizlik olarak kendini gösteriyor. Mutluluğunu, yeni oyuncaklar alarak sağlayacağını düşünen; fakat, her yeni oyuncağı aldığında, onun da kendini mutlu edemediğini gören bir çocuk gibi.

Batı’da sosyolojinin kuruluşu da, böyle bir beklenti ve arayışın sonucu olmuştu. Sosyolojiyi, fiziki ilimlerin mantığı ve metodu ile geliştirmeye çalışan Ogüst Comte, sonunda; asıl ihtiyacını “Pozitivizm dini” olarak göstermemiş miydi? Aynı sıkıntıyı; Hobbes, Marcuse, Neitche de farklı şekillerde belirtmişlerdi. Batılı filozof ve sosyal bilimciler, Fransız ihtilalinden beri insan dışı hale gelen toplumun, ancak devletin gücü ile kendine gelebileceğini, yegane çözüm yolu olarak gösterdiler. Halbuki insan; bir hayvan gibi güdülecek veya sürekli kontrol altında tutulacak bir varlık değildi. Ama, insanın ruh ve sosyal yapısına eremeyen bir kültür, ancak; böyle bir çözüm yolu bulabilmişti.

Şimdi; batı’nın anlayamadığı ve gerçek ihtiyacını görerek ruhunu eğitemediği insan; şu anda, herhangi bir kural veya inanç tarafından yönetilemeyecek bir duruma geldi. Eşyalar, cinsi arzular ve çeşitli statüler veya kendini kaybedercesine eğlenmek onu tatmin etmiyor ve başkalarına karşı insani duygularını geliştirmiyor. Aynı şekilde, batıya adapte olmuş kitleler de, benzer sıkıntıları yaşamaya devam ediyor. Batı ve onun takipçilerine; ruhunu ve dolayısyla sosyal varlığını anlamlandıracak bir “yaşama felsefesi” olduğunu hatırlatmak gerekiyor.

Prof. Dr. Sami Şener, Mirat Haber