İnsan, şuur sahibi bir varlıktır. Dolayısıyla hayat tarzına ait seçimini, kendisi ve çevresine faydalı bir şekilde yapmak durumundadır. Şuur halini kaybedip, kararlarını başka güç ve etki alanlarının dışında yapma noktasına geldiğinde, artık onun güdümlü bir yaşama tarzı içine girdiğini söylemek, yanlış olmayacaktır.

Türkiye, 1800’lerden itibaren kültür, medeniyet ve değerlerine ters bir yönelişe girdi. Batı’daki sanayi hareketi ve sömürgeci ülkelerin zenginliklerinin ortaya koyduğu şatafatlı hayat, aydın kesimimiz üzerinde şok etkisi yaptı.

Değerleri ve gelenekleri ile düzenli ve sistemli bir hayat yaşayan Müslüman Türk insanı, Batı’nın sınırsız istek, hürriyet ve isyancı karakterini önemli bir değer gibi görerek, kendi varlığından ve yaşayışından utanmaya başladı. Düzenli ve kurallı bir hayatı yaşayan Müslüman insan, Batı’daki kuralsız ve kendine taparcasına bağımsız olma halini, bir meziyet halinde düşündü. Batı’da yıkılan sistemler, bozulan otoriteler ve meydana gelen iç çatışmalarına bakarak; bu gelişmeleri, insanın kendini yeniden keşfi sandı.

Hâlbuki Batı insanı; kendi iç problemleri, iki yüzlü anlayışı, otorite ve disiplin tanımaz haline; kilise ve kralların acımasız, merhametsiz ve baskıcı sistemleri sonunda sahip olmuştu. Tutum ve yönelişi, huzurlu, adaletli ve merhametli bir toplum yapısının ürünü değildi.

Batı dünyasının liberalist ve komünist ideolojileri arasında, sosyal değerlerini ve sisteminin aksaklıklarını, kendi bilgi ve medeniyet imkânları ile çözmek yerine, batıyı taklitte bulan dönemin aydınları, kurdukları siyasi ve iktisadi sistemin ruh ve sosyal dünyalarına ters olduğunu kısa bir süre sonra anladılar. Fakat, değer ve geleneklerine kaybetmiş; pozitivist, seküler ve ideolojik bir sistemin insanı olmuşlardı.

Türkiye, yaklaşık 200 yıldır Batılılaşmanın sıkıntı ve çelişkilerini yaşamakta ve hiçbir alanda ciddi gelişme ve toparlanma hamleleri içine girememektedir. Bazı alanlarda başarı çizgisini yakalarken, bir diğer alanda büyük kayıplar yaşamaktadır. Çünkü; insanımızın yaşama felsefesi, kendi tarihi ve sosyolojik değerleri ve medeniyet anlayışı üzerine kurulmadığından, neyin kazanıldığı ve neyin kaybedildiği bilinmemektedir.

Belirsizlik, birçok sahada yaşanan acı bir gerçek olarak karşımızdadır. Eğitimi, siyasi ve iktisadi hayatı, hukuk ve ahlak sistemi, karmakarışık bilgi ve tecrübeler üzerine kurulmuştur. Kavramları, Batı’nın bilgi ve yaşama tecrübeleri ile şekillenmiştir. Sosyal hayatı, Batı’nın roman, film ve sanatçılarının dünyaları ile oluşmaktadır. Tek kelime ile, biz; kendimiz olmaktan çıkmış, yabancı kültürlerin içinde “asimile”(erime) olmuşuzdur.

Kendimiz olabilme mücadelesi içine girmeden, ne siyasi, ne iktisadi ve ne de kültürel alanda ciddi bir varlık gösterebilme imkânımız yoktur. Bugün, toplumdaki Müslüman, Seküler, Milliyetçi ve diğer düşünce ve anlayışların hepsi, şu veya bu şekilde batı kültürünün etkisi altındadır.  Özgün düşünme ve hareket etme özelliğimiz, ruhi ve fikri yönden bağımlı olmamızdan dolayı bir türlü gerçekleşememektedir. Özellikle gençliğimiz, kendi görüşünü söylemekte, kendine ait tavır ve yaşama tarzını oluşturmakta büyük bir acizlik içindedir.

Giydiği ayakkabıyı, yediği yemeği, dinlediği müziği neden ve niçin benimsediğini ve sürdürdüğünü bilmeyen büyük bir toplumsal kitle ile karşı karşıyayız. Aklını, iradesini ve duygularını yönetemeyen; mutlaka birilerine benzemeyi ve onların kişiliğini kendinde oluşturmaya çalışan bir gençlik vardır.

Burada şunu da hatırlatmak gerekir ki, bu gençliği yetiştiren; yetişkin kesimdir. Yetişkinlerin çaresizliği, sistemsizliği ve cesaretsizliği bugünkü gençliğin bu derece sorumsuz, duyarsız ve meselesiz hale gelmesine yol açmıştır. İkiyüz yıllık geçmişimiz, sadece hayaller, özentiler ve kimliksiz bir şekilde yaşamanın getirdiği onlarca hastalıklı ruh ve düşünce örneklerine şahit olmuştur.

Batı’nın acımasız, sömürgeci ve insanı mekanikleştiren ideolojileri yanında, Müslüman toplumların yaşadığı düşünce ve ahlaki zaafı; teslimiyetçi yönetici ve siyasetçileri ortaya çıkarmıştır. Toplumun günübirlikçi yaşayışı, büyük hareketleri ve hamleleri ortaya çıkaramamıştır. Eğitim kalitesi düşmüş, insanımız; maddeci ve makam düşkünü hale gelmiştir.

Artık bu belirsiz ve uydu mantığını bir kenara bırakıp, kendi doğuş ve dirilişimizi gerçekleştirmemiz gerekiyor. Neyi, niçin ve hangi sebep ve düşünceyle yaptığımızı bilmedikçe, bu sanal ve beyin yıkayan modern kültürün bilinçsiz köleleri olarak yaşamaya devam edeceğiz.