Bu memlekette bir değerin anlaşılması için önce ölmesi gerekir. Önce öl, sonra ödüllen! Hangi dünya görüşünden olursa olsun değer verilenler hep ölülerdir. Düşünceden sanata, ilimden fikre bir şeyler ortaya koymuş, bedel ödemiş isimler önce yok sayılır ve hatta çoğunlukla cezalandırılır, hayattan göçtükten sonra da iade-i itibar eylenir. Ödüllendirme ve takdir etme işini daha çok resmi ellerin tekeline aldığı, meşruiyetin de resmiyetten geçtiği bir yapıda genel takdir seyri böyle işler. Bu nedenle de bu toplum devletin değer verdiklerine, yücelttiklerine hep mesafeli durmuştur. Devlet ise toplumun gerisinde kalarak, gecikmeli biçimde çoğunlukla artık hayatta olmayanları ödüllendirerek topluma bir tür uzlaşma mesajı verir. Hatta bu, en tehlikeli rejim düşmanlarının etkisizleştirilmesine, mesajlarının toplumsallaşma potansiyelinin ellerinden alınmasına bile dönüşebilir!
Bu nedenle değerlilerimiz hep toprak altındadır. Yaşayanlara sıranın gelmesi zordur çünkü...
Ölenlerin devlet katında itibar görmeleri, artık onların itiraz imkanının olmaması gibi bir gerekçeye sığdırılamaz elbette. Burada tarihle kurduğumuz ilişkinin nostaljik boyutu bir kez daha öne çıkıyor ve bugünü nostaljileştirebilmenin yegane yöntemi haline geliyor. Yaşayan hayattan çok geçmişimizle övünmeyi severiz. Bunun uzun yıllardır yaşadığımız toplumsal travmalarla yakından alakası olduğu da muhakkak.
Ancak asıl sorunu devletin, kültür iktidarının değerleri metalaştırma maharetinde aramalı. Bir değerin, düşüncenin iptal edilmesinin en çağdaş yöntemi onu bir kültür ikonu haline getirmek, daha doğrusu kültür endüstrisinin tüketim metaına dönüştürmektir.
Rahmetli üstadın yıllar önce sultan'üş-şuara ilan edilmesi, hayattayken bir tür sistemle uzlaştırma girişimiydi. Zira buna daha çok sağ muhafazakar kesim öncülük etmiş, adeta ölmeden mezara koymuşlardı. Bu algı o kadar güçlü hissedildi ki, önceki gece Necip Fazıl ödülünü veren, buna öncülük eden çevrelerin önemli kısmı o günün şartlarında gerçekleştirilen bu paye girişimine sahiplenmemiş olmaları bilmem hatırlanır mı? Resmen olmasa da dünya görüşleri, siyasal perspektifleri ve sistem içindeki konumları itibariyle devlet ve sistem içi sayılan, böyle algılanan çevrelerin Necip Fazıl'ın bir tür sağcılaştırılmasına karşı bir tavırdı bu mesafeli duruş.
Önceki gece devlet katında gerçekleşen 'Necip Fazıl ödülleri' törenini televizyonda izlerken siyasi tarihin evreleri, Müslümanım diyenlerin sistemle kurdukları ilişki, kültür iktidarının değerleri bir anda bir film şeridi gibi zihnime hücum etti. Hatta Milli Gençlik gecelerinin vaz geçilmez sunucusunun tonlamalı hitabeti, 'lüzumsuz taşkınlık yok' diye her daim gençleri ihtar eden Üstadın mütehakkim sesi…
Nihayetinde devlet (her ne kadar gazete adına olsa da) bir dönem hapishanelere koyduğu, kendisiyle inişli çıkışlı ilişkiler yaşadığı, amansız bir muhalifi adına ödül töreninde yer alıyor, onu himaye ediyordu. Bakıldığında bir yönüyle kadirşinaslık olarak okunmalı.
Ancak olayın muhtevası ve tarih içinde devletli olanla muhalif olanın netameli ilişkisi göz önüne alındığında çok şeyin sorgulanması gerekir.
Mesela bir fikir, sanat, şiir ödül töreninde resmi temsilcilerden, bakanlardan başka Necip Fazıl hakkında söz söyleyecek birileri kalmamış mıydı? Necip Fazıl'ın bizzat kendisi bu kadar resmi törene boğulma karşısında ne derdi acaba?
Buna benzer sorular çoğaltılabilir. Necip Fazıl'ın düşüncesi, mücadelesi anlaşılmadan sadece bugünkü Türkiye değil, Cumhuriyet dönemi İslami çalışmalar, hatta Cumhuriyet dönemi siyasi tarihi de tam olarak anlaşılamaz.
Yaldızlı isimlerin havada uçuştuğu, bedeli ödenmemiş mısraların malzeme yapıldığı, daha çok siyaset üzerinden işleyen bir popülerleşme ve üstelik devlet eliyle yapılan bir iade-i itibar karşısında yeniden düşünmekte yarar var. Bu hal sadece Necip Fazıl'ın kimliği ve devletle ilişkisi bağlamından çok, ona değer verdiklerini iddia edenlerin sistemle kurdukları ilişkinin mahiyeti ile alakalıdır.
Ne demek istediğimizi en somut olarak açıklayan sahne en muhalif bir düşünürün düşürüldüğü ironik durumdur. Bir bakıma başarısını küresel finans kapitalizmiyle kurulan ilişkiye, kurumlaşmasına borçlu bir siyaset anlayışını sorgulamayan kitlenin anti-anamalcı konuşmayı alkışlamaları söylemin içinin boşaltılmasıdır.
Değerlere sahip çıkmakla değerlerin içeriğini boşaltıp ikonlaştırmak farklı şeyler.