İnsanlık tarihi, mutlu ve güzel günlerin yanında; sıkıntı ve felaketlerle de imtihan ediliyor. Sanki, ödül ve ceza birbirini takip ediyor gibi.

Hayat da bu iki aksi kutupta, dönem dönem deveranını sürdürüyor.

Felaket günlerini biz mi davet ediyoruz?

Kimsenin mutlu ve güzel günlere özel bir hazırlık yapması gerekmiyor. Çünkü, beklenmeyen bir mutlulük insanı zora sokmaz; tam tersine fazlasıyla memnun eder. Fakat sıkıntı ve zorluklar, özellikle beklenmeyen zamanlarda insanı ciddi şekilde huzursuz etmekte ve maneviyatını bozmaktadır.

Konumuz felaketler ise de, bu yazıda tabii felaketlerden çok, insan kaynaklı felaketlere temas edeceğim. Evet, biraz garip olacak ama; günümüzde toplumları en çok tedirgin eden felaketler; insanın bencilliği, aşırı kazanç ve birtakım mevkileri elde etmek için insanlık dışı anlayış ve tutumlara yönelmelerden kaynaklanan sosyal felaketlerdir.

Çünkü; sel, deprem, yangın gibi tabiatın kanunları sebebiyle gerçekleşen felaketlerin belli bir düzeni ve mantığı var. Bu yüzden, onlara karşı ilmi ve teknik imkanlarla cevap vermeye çalışabiliyoruz. Tam olarak cevap veremesek de, onu ilahi kaderin bir kanunu olarak kabul edebiliyoruz.

Ama, sosyal felaketler; tamamen bizim karar ve idrakimiz çerçevesinde ortaya çıkıyor ve en fazla da, bizi etkiliyor. Bu durum, ilahi ve sosyal kanunların dışında bir yöneliş ve düşünce sapmasıyla ortaya çıkıyor.

İnsanın, insandışılaşması bir kader mi?

Fakat insan kaynaklı problemlerin ne boyutunu ve ne de çözüm şeklini bilme imkanına sahibiz. Çünkü, insanın davranışları; onların sahip olduğu değer sistemleri çerçevesinde ortaya çıkar. Bundan dolayı da toplumsal problemlerin arkasında, kültürel sapkınlık, kıskançlıklar ve ihtiraslar bulunuyor ve bunların etkisinde sıkıntılar açığa çıkıyor.

Cinsi sapıklık, maddeye tapınma, makam ve mevkilerin kutsallaşmasıyla insanlık, tarihin en büyük felaketleri ile karşı karşıya geldi. Bu durum; insanın, aklını ve ruhunu ilahi emirlerin dışına çıkarmasıyla gerçekleşmekte ve toplumlarda ciddi problem ve huzursuzlara yol açmaktadır.

İnsanoğlu, ruhi ve sosyal özelliğinin kayboluşuyla her geçen gün daha ilkel, acımasız ve vahşi ihtiraslarla yüklü bir hale geliyor. Cinayetler artıyor, sömürüler katlanıyor ve iktisadi piyasalar adeta insanları şoklarla sarsıyor.

Bu durumlar, zaman içerisinde daha da çoğalıyor ve felaketlerin giderek artacağına dair işaretler görülüyor.

Sosyal ve kültürel kaosun sonu ne olacak?

Artık hiçbir kimse veya hiçbir hükümet, birtakım günlük politikalarla işleri halledeceğini düşünmemeli.

Çünkü, problem; tamamen insan ve onun hayata bakışı ve insanı idrak etmek problemiyle ilgili bir çerçevede gerçekleşiyor. İnsanı tekrar ıslah etmeden; manevi ve kültürel değerler dünyasına sokmadan bu “felaketler çağı” durmayacaktır maalesef.

Geçmişte; Lut, Sodom Gamara, Roma gibi felaket fırtınaları ile karşı karşıya kalan kavim ve toplulukları hatırlamak; insanların bozulmalarıyla birlikte, toplumların felaketlerle yüz yüze geldiği bir kaderi fark etmek ve onlardan ibret almak gerekiyor.

Kur’an bu durum, “helak” kavramıyla açıklıyor. Helak; Allah’ın emir ve yasaklarına uymayan toplumların karşı karşıya kalacağı bir felaket olarak Kur’an’da geçiyor. Fakat bu felaket, onların kendi sorumluluklarını terk ederek, içine düştükleri bir kader olmaktadır. Bu kaderi, insanlar çeşitli dönemlerde kendileri hazırlamışlardır.

Bu kaderin farklılaşması için; insanın kendi varlığını yeniden anlaması ve dünyadaki asıl misyonunu tekrar idrak etmesi gerekiyor. İnsanlık, her geçen gün; kendi varlığı ve düşünce yönelişini, sahte fikir ve hayat tarzlarıyla daha da çıkmaza sokarak, toplumsal bir felaketi davet etmekte. Bu yanlış gidişin fark edilerek, dünyadaki asıl misyonuna tekrar dönmesi, kurtuluşa sebep olacaktır. Tabii ruhi derinliğimiz ve idrakimiz hala aktif durumda ve iş görebiliyorsa.

Prof. Dr. Sami Şener, Mirat Haber