İnsanı, diğer canlılardan ayıran pek çok fark vardır. İlim ve fikir adamları, bu konuda çok şey yazmış ve söylemişlerdir. Bunları, burada saymaya imkân ve gerek yoktur. Bütün bunlara ek olarak biz, "bunalımlı bir canlı olarak insan" konusu üzerinde, düşüncelerimizi kısaca açıklamayı uygun buluyoruz.

Bunalım, sıkıntı (angoise) demektir. "İnşirah" (ferahlama) kavramının zıddıdır. Beşer tarihini inceleyiniz, fert ve cemiyet olarak insanlık, hep "bunalım"dan şikâyet etmiştir ve "ferahlamanın" yolunu aramıştır. O, karnı tok ve sırtı pek iken de böyledir. Yani, "bunalım" ve "insan" daima birlikte olmuşlardır.

İslâm mutasavvıfları, insanın bu sıkıntısını "ten kafesine" sığmayan ve sonsuzluğa açılmak isteyen bir ruhun özlemleri ile açıklamışlardır. Gerçekten de insandan başka bütün canlılar, kendilerine yettikleri halde, insanın organizması insana yetmemektedir. Yine, bütün canlılar, tabiî çevreleri ile yetindikleri halde, insan bununla yetinmemekte, kendine yepyeni bir çevre hazırlamaya çalışmaktadır.

Tabiatla yetinmeyen insan kültüre, vahşetle yetinmeyen insan medeniyete, madde ile yetinmeyen insan fikre, yaratıkla yetinmeyen insan Yaradan'a ulaşmaya çalışmakta ve dünyasını ilim, sanat, ahlâk ve din üzerine oturtmaktadır. Bu, bir marazı tepki değil, insanı insan yapan davranıştır. Bizce, marazî tepki, insanın bu gelişmesine engel olmak veya insanın bu davranışını yadırgamaktır.

İnsanın, kendi organizmasını, bir “ten kafesi" ve içinde yaşadığı "sınırlı dünyayı" bir mahbes gibi görmesi, tabiatı icabıdır. İnsanın ruhu, "sonsuzluğa" ve "ölümsüzlüğe" vurgundur. Onun ruhuna cevap vermezseniz bunalır, büyük "sıkıntıya" düşer ve huzursuz olur. Sonsuzluğa ve ölümsüzlüğe, kısaca Allah'a yol bulamayan insan, kendini zindanda hisseder. Nitekim, çağdaş psikanalistler ve psikiyatristler, isbat etmişlerdir ki, insan Allah'tan uzaklaştıkça ve "mistik tecrübeye" yabancılaştıkça daha fazla bunalmaktadır.

Bazıları, insanı "başıboş bırakmayı" hürriyet sanmışlardır. Yine, onlar, sanmışlardır ki, insan "başıboş" olursa, "İçtimaî sansürden" kurtuluş ve bu suretle "sıkıntı"dan ve "bunalım"dan sıyrılır çıkar. Oysa, tecrübeler, aksini isbatlamıştır. Bugün, bu yola başvuran ülkelerin çocukları, daha fazla bunalıma düşmüş, daha fazla aklı ve ruh sağlığım kaybetmiş ve sefil düşmüştür. Yüce ve şanlı kitabımız, insanın bu dramını, ondört asır önce, şöylece özetlemişti: "İnsan, kendini başıboş bırakılacak mı zanneder?" (Bkz. Kur'an-ı Kerim, Kıyamet Sûresi, âyet: 36).

Ne gariptir ki, insan "dünyaperest" oldukça daha fazla bunalıma düşmektedir. İhtirasları büyümekte, madde karşısında duyumsuzluğu artmakta, deniz suyu içerek susuzluğunu gidermek isteyen kimseye dönmektedir. Neticede bu hırs, onu tüketmektedir. Oysa, kendini ilme, sanata ve dine adayan "fikir ve gönül adamlarının" huzur ve mutluluğu, insanı güçlendirmekte ve yüceltmektedir.

Gerçi, biz de insanın tabiatı ile "bunalımlı" olduğunu kabul ederiz. Nitekim, şanlı kitabımız Kuran- ı Kerim'de şöyle buyurulur: "Biz, insanı, muhakkak bir sıkıntı içinde yarattık." (El-Beled Sûresi, âyet: 4). Lâkin, yine biliriz ki, insan, ruhî özlemlerinden uzaklaştıkça bu "bunalımı" ve "sıkıntısı" artar. Bu sebepten, gerçekten insanlığı, sıkıntıdan kurtarmak istiyorsanız, onun "maddî ihtiyaçları" kadar "manevî ihtiyaçlarına" da önem veriniz. İnsana bir lokma ekmek vererek onun ruhunu esir almayınız. İnsanın, ekmek ve su kadar, Allah'a da muhtaç olduğunu unutmayınız. Şanlı peygamberler dizisinin çilesini anlayınız; onlar, insanlığı "avutmak" ve "kandırmak" için değil, gerçekten mutlu etmek ve yüceltmek için geldiler ve bunun için ıstırap çektiler. Onlara salât ve selâm olsun.

S. Ahmet Arvasi, Diyalektiğimiz ve Estetiğimiz