Objektif müşahedelerimize göre, insandan başka, bütün canlılar, "statülerine" razıdırlar. Onlar, kendilerine verilenle yetiniyorlar. Bütün tezahürleri ile bitkilere ve hayvanlara bakınız; yüz binlerce yıldan beri, hep belli bir "statü" içinde "monoton" bir yaşama tarzı tutturmuşlar, zaman ve mekânın şartları içinde, belli belirsiz nüanslarla tekrarlayıp duruyorlar.

Ne solucanlar, "duyu organlarının" eksikliğinden; ne kaplumbağalar, bir saatte ulaştıkları "hızdan", ne, sürüngenler "uçamadıklarından" şikâyet ediyorlar. Diğer canlılar da öyle, olar da "statülerine" eyvallah diyorlar.

Yalnız insandır ki, halinden memnun ve "statüsünden" razı değil... Yalnız insandır ki, hem kendini, hem içinde yaşadığı dünyayı, "yetersiz", "eksik" ve "kusurlu" bulmakta ve bütün gücü ile bir taraftan kendini, diğer taraftan içinde yaşadığı dünyayı "mükemmelleştirmeye", "tamamlamaya" ve "düzeltmeye" çalışmaktadır. Her şeyden önce insan, kendi "organizmasının" kendine yetmediğini hayretle görmektedir. İnsan, gözlerinin sınırlı imkânları ile yetinmemekte; onu, tamamlayarak fezanın derinliklerine dalmak, sonsuzlukların keşfine çıkmak istemekte; kulaklarının sınırlarını kırarak "mikrokozmozu" ve "makrokozmozu" dinlemek istemekte; sonsuzluklardan "ses almak" dilemektedir. Tıpkı bunlar gibi, saatte 5 km. olan adali hızını gülünç bulmakta, önce rüzgârlarla yarışa çıkmakta, sonra "ses duvarını" aşmayı başarmakta ve şimdi de "ışık hızını" özlemektedir. Velhasıl, insan, sınırlı yaratılmış ve fakat "sonsuza" vurgundur; yaratıktır ve fakat "Yaradan'a" vurgundur. İçinde organizmasını aşan muhteşem bir potansiyel var... Şanlı Peygamberimizin buyurdukları gibi, "Allah, yerlere ve göklere sığmaz" da yalnız "insanın gönlüne" oturup taht kurabilir. Gerçekten de insan, maddesi ile pek önemsiz olabilir, lâkin taşıdığı "ruhu" ile pek muhteşemdir.

İşte, materyalist, kim bilir hangi kompleksle, insanın bu yapısını inkâr ve ihmal ederek, onu "madde" ile yetinmeye, "herşeyi maddenin dönüşümleri" olarak yorumlamaya, "mücerrete" ve "sonsuzluğa" olan eğilimlerini "marazı tepkiler" olarak değerlendirmeye zorlamaktadır. İnsanın "sübjektif yapısı" üzerinden bir kezzap gibi geçerek ve onu, Allah'sız bir ateş ve buhar dünyası içine "yetenekli bir hayvan" olarak hapsederek, "karın tokluğuna" çalıştırmak istemektedir.

İnsanın "yüceliğini" kavramayan, "insan efsanesini yıkacağız" çığlıkları ile onun ruhuna, özlemlerine ve Allah'ına saldıran materyalist, gerçekten hasta olmalıdır. İnsanı tanımak demek, insanın gerçeğini kavramak demektir. İnsanın gerçeği ise objektif ve sübjektif bütün tezahürleri ile ortadadır. Onun hayatının bir yarısını kabul edip, diğer yarısını inkâr etmek, bir nevi "insandan kaçmak" tır.

Unutmamak gerekir ki, laboratuvarları da, sanat galerilerini de, mabetleri de kuran insandır.

İnsan, ekonomik, sosyal, kültürel ve politik yönleri ile bir bütündür. O, maddeye bile, hem bir ilim adamı, hem bir sanatkâr, hem bir dindar gibi bakar. Bir "gül", bizim için bazan bir laboratuvar malzemesidir, bazan sanatımıza ilhâm veren bir duygu ve heyecan kaynağıdır, bazan varlığımızı ürperten bir "İlâhî mesaj"dır. Bütün bunlar, birer İnsanî gerçektir. İnkâr edilmeleri, insanın inkârı mânâsına gelir.

Belki kâinata ve tabiata bu gözle bakan tek canlı insandır. İnsanın böyle bir yalnızlığı varsa bunu yadırgamamak gerekir. Çünkü, insan budur. Üstelik, o, bu haliyle güzeldir ve bu haliyle yücelmenin sırrını çözmüştür. Bu sebepten olacak, yüce dinimiz İslâmiyet, insanı, "en şerefli varlık" ve "en güzel surette yaratılan varlık" olarak tasvir eder. Gerçekten, İslâm, insanın kadrini bilmek demektir.

-Seyyit Ahmet Arvasi, Diyalektiğimiz ve Estetiğimiz