Dünyamız ve kâinatımız, bir "madde" ve "enerji" dengesi üzerine kurulmuş bulunmaktadır. İlâhî iradeye bağlı olarak madde enerjiye, enerji maddeye dönüşerek dinamizm doğmaktadır. Kapalı bir kap durumunda bulunan kâinatımız, şayet, İlâhî bir yaratma iradesinin soluğu ile her an yenilenip durmasa idi, zamanla âlem, "statik" ve "ölü" bir külçeye dönecekti.

İnsanoğlu, "İlâhî emaneti alarak Arz'a indirildikten sonra", sahip bulunduğu üstün ruhî kabiliyetlerle bu "madde ve enerji dünyasını" yoğurmaya memur olduğunu idrak etti. "Madde", tabiatı itibari ile âtıl (uyuşuk) bir varlıktı, onu harekete geçirmek ve yeniden biçimlendirmek için "enerjiye" ihtiyaç vardı.

İnsan, ilkönce, kendi bedenî ve zihnî güçlerini kullanarak maddeyi kıpırdatmaya çalıştı. Daha sonra, maddenin çözülüp toplanması ile hâsıl olan "tabiî enerji"den faydalanmanın yollarını aradı. Rüzgârın, suyun, güneşin enerjisinden istifade etti. Ateşin gücünü̈ kullandı. Kendinden daha güçlü̈ canlıları emrine aldı. Atın, sığırın, filin gücü̈ ile iş gördü̈.

İnsanoğlu, zamanla öğrendi ki, tabiatta büyük güç ve enerji mevcut idi; lâkin, bütün bunlardan daha önemli bir güce, bizzat, kendisi sahipti. Bu, onda mevcut olan üstün "ruhî güç" idi. O, bu gücünü kullanarak devleşebilirdi. Nitekim, öyle yaptı. Bir taraftan yeni âletler, makinalar ve motorlar geliştirdi. Diğer yandan bunları hareket ettirecek güç kaynaklan aradı.

İnsan, "ruhî güçlerini" kullandıkça, büyük merhaleler katetti. Zamanla, kendi kas gücüne dayanan "medeniyetini", geliştirerek bugünkü̈ seviyeye ulaştı. Yani, insanın enerjisinden hayvanların enerjisine oradan da tabiattaki enerjiyi kullanmaya geçildi. İnsanın yaptığı çarkları, insanlardan sonra, önce hayvanlar, sonra rüzgâr, su, ateş ve buhar döndürmeye başladı. Daha sonra, elektrik, petrol bulundu. Bunlarla, çarkların dönmesi hızlandı; teknolojik zaferler kazanıldı.

İnsanoğlu, şimdi, bizzat kendi zekâsını kullanarak maddeyi didik didik ederek, atomlarını çözerek enerji elde etmenin ve bunu kullanmanın yolunu açtı ve bunu geliştirmenin peşindedir. Her nedense, insanoğlu, sonsuzluk gibi, "hıza" da vurgundur. O, maddeyi daha hızlı harekete zorlamakla, çarkları daha hızlı döndürmekle bir şeyler bulacağını ümid ediyor. Sanki maddeden ruha geçişin sırrı, "hızın artmasında" imişçesine, bir türlü hıza duymamaktadır.

Normal adımlarla saatte beş kilometre yol kateden insan, önce koşmaya, sonra bir atın sırtına atlayarak yol almaya başladı. Bu da yetmedi, su ve ateşi boğuşturarak "buhar" elde etti: onunla denizlerde ve demiryollarında hız aradı, o da yetmedi. Elektrik ve petrolün gücünü̈ "motorlarda" birleştirdi: karada ve havada baş döndürücü̈ bir hıza ulaştı. Bütün bunlar, insanın "hız tutkusuna" cevap vermiyordu. Önce, "ses duvarını" aştı, şimdi "ışık hızını" arıyor.

İnsanın, mekân içindeki bu çırpınışlarına rağmen, hâlâ, kendini "mahbes"te hissetmesini normal karşılamak gerekir; çünkü, onun gönlünde sonsuzluk yatmaktadır.

Bir saat içinde binlerce mil mesafe yutan füzelere ve peyklere rağmen, insanoğlu, hâlâ küçücük dünyasının etrafında dolaşıp durmaktadır. Kehkeşanlar ve kâinatı dolduran galaksiler dururken, o, hâlâ "Güneş Sistemi" içinde bir nokta gibi duran dünyasında zıplayıp duruyor.

Aldığı mesafe, özlediklerinin yanında bir "hiç" olarak kalıyor. İnsan, ışık hızı ile seyahat edebilir mi bilmem? Buna organizma dayanır mı? Bilfarz, bütün bunlar, mümkün olsa bile, bilmem hangi yıldıza, ancak, bilmem kaç milyon ışık yılında ulaşmak mümkündür. Ne yazık ki, insanın, bunun için zamanı yoktur. O halde, ışık hızı da yetersiz. İnsanı, sonsuzluğa götürecek başka bir yol ve kudret yok mu?

S. Ahmet Arvasi - Diyalektiğimiz ve Estetiğimiz