Diyanet TV’de yayınlanan “Vefakar” ve “Karademlik” gibi yapımlarıyla tanınan Erdal Barış Yıldırım, sahiplenerek “Koket” ismini verdiği minik kedinin ona başta kendisi olmak üzere tüm hayvanları sevdirdiğini, bereketli kapılar açtığını hatta kutsal topraklara gitmesine vesile olduğunu söylüyor.

- Daha önce hayatında hiç kedi beslememişsiniz. Ne oldu da “kedilerin babası”na dönüştünüz?

Ben Rizeliyim ve aslında bir köy çocuğu olduğum için hep hayvanlarla büyüdüm. Benim tavşanım da oldu, ördeğim de oldu buzağım da oldu köpeğim de oldu ama hiç kedi bakmamıştım. Kedilerle gerçek anlamda tanışmam Koket sayesinde oldu. Sabah çok erken, çalışmak için ofise geldiğimde balkondan gelen bir cılız bir miyavlama sesi duydum ve kayıtsız kalamadım. Annesi tarafından terk edilmiş, cılız bir kediydi. O an yardım ederim sonra sahiplendiririm diye düşündüm. Ama o ilk temastan sonra birbirimizden kopamadık. Koket bana hem çok güzel kapılar açtı hem de kendi içimdeki yolculuğumda bana eşlik etti. Onun sayesinde önce Herkül sonra Lucy ve ardından birçok kedim oldu. Pek çok projeyi neredeyse onun sayesinde aldım. Hatta hesapta olmayan bir umre yolculuğum bile oldu.

- Bir kedi kutsal yolculuğa çıkmanıza nasıl vesile oldu?

Koket’ten önce komşularımızla samimi değildik. Koket’in yan komşumuzun balkonuna kaçması, komşumuzun bizim ilgilendiğimiz diğer kedileri sevmesi ile arada bir samimiyet oluştu. Artık Koket ve Herkül’ün ikinci yerleşkesi olan komşum, hac ve umre turizmi ile ilgili bir şirketi vardı. Umre sezonu açılmadan bana Mekke ve Medine’de çekimler yapmak istediğini söylemişti. Açıkçası ben de çok ciddiye almadan çekeriz demiştim. İki gün sonra tüm vize, rezervasyon işlemlerini halletmiş, elinde biletlerle kapıma geldi. Açıkçası hiç hazırlıklı değildim ve insanların böyle yerlere gitmek için kendilerini önceden ruhen hazırlamaları gerektiğini düşünürdüm.

- Kutsal toprakları görme arzunuz var mıydı?

Mutaassıp bir gelenekten gelen bir aile olduğumuz için düşünüyordum. Ama bizde bir de şöyle bir düşünce vardır ya “Biraz ilerleyen bir yaşlarda gidelim şimdi biraz dünya işlerimize çalışalım.” Belki yanlış ama çoğu insanda bu böyle. İnsanlar belli bir yaşa kadar dünyaya çalışıyorlar. O yaş bittikten sonra ahirete... Aslında ahiret hayatı doğduğun andan itibaren var olan bir gerçeklik. İki dünya arasında muazzam bir denge kurulmuş. O dengeyi takip ettiğin sürece ertelemeye gerek yok. Ben de işlerimi yapayım da bilahare gideriz gibi düşünmüştüm. Ama her şey ayarlanmış, gitmemek ayıp olur diyerek gittim. Orada beni ne karşılayacak, ne yapmalıyım hiçbir şey bilmeden. Neyse ki beraber gittiğimiz Mehmet Abi bizim için büyük şanstı. 20 senedir orada yaşadığı için hem Arapçası hem de fıkıh bilgisi çok iyiydi. Yolculuk boyunca bana verdiği bilgiler ile kendimi biraz olsun hazırlamış oldum. Umre sezonunun henüz açılmamış olması da büyük bir avantajdı. Düşünün etrafta vakit namazları hariç neredeyse kimsecikler yok. Bir oralar var, bir de siz varsınız, vakit namazları dışında elinizi Kabe’ye süre süre tavaf ediyorsunuz. İnanılmaz bir his. İnsan, orada yaşadığı her şeyi de anlatamıyor. Hatta umre de yaşadığım şeyleri kitapta anlatırken de biraz tedirgin oldum. Acaba nasıl karşılanır, nasıl okunur, nasıl anlaşılır? Ama yazdıktan ve yayınlandıktan sonra gelen tepkilerle çok mutlu oldum. Dünyaya farklı bakan insanların o duygu bağını kurmuş olması beni çok mutlu etti.

Ebu Hureyre’yi orada öğrendim

- Medine’ye vardığınızda başınızdan neler geçti?

Uçaktan Medine’ye indiğimizde akşam namazına daha zaman vardı. Otele yerleştik, Mescid-i Nebevî’ye doğru ilerleyelim dedik. Ben de giderken de boş gitmeyeyim diye yürürken tek tük görüntüler kaydediyorum. Derken Suudi askeri personel bana izin vermedi. Baktığınızda orada herkes telefonla dilediği gibi çekiyor ama benim elimde kompakt kameraya izin verilmiyor. Ben de bir iki görüntü alıyorum, personel görünce kaldırıyor, görevli görmediğim yerde alelacele bir iki kare daha çekiyorum. Birkaç defa azar yiye yiye mescide kadar vardık. Akşam namazını eda ettik. Otele gidip gelmeyelim, yatsıyı da kılıp öyle gidelim dedik. Ben de biraz etrafı gezeyim, birkaç poz alayım istiyordum. Elimde kamera mescit içerisinde dolanıyorum. O sırada Mehmet Abi de benimle ama cemaat arasında tanıdıklarını görüyor, muhabbet ediyor. Ben daha bireysel geziniyorum. Selamlama Koridoru’nda dolanırken bir kapıların olduğu tarafta bir perde gördüm, ardından iki personel çıktı. Temizlikçi olduklarını düşünerek merakla onların çıktığı yerden ben girdim. Sonradan öğrendim bu kapı günümüzde giriş-çıkış için kullanılan tek kapı Hazret-i Fatıma Kapısı’ymış. Kapalı bir alan girişte bir tek sanduka, ardında labirent gibi bir koridor var. Kim yatıyor bilmiyorum “Bir Fatiha okuyayım” dedim, başka da bir şey göremedim çıktım. Girip çıkmam bir dakika bile sürmemiştir. Çıktığım an kızılca kıyamet koptu. Ne sandılar bilemiyorum. Üzerime çullandılar, biraz tartaklanma vesaire derken Mehmet Abi koşa koşa geldi. Durumu anlamaya çalışıyor, “Sen ne yaptın orada?” diye soruyor ben de “Hizmetliler vardı onlar çıkınca girdim baktım, bir Fatiha okudum. Ne var?” diyorum. Benim söylediklerimi görevlilere çeviriyor, onlar bağırmaya devam ediyor. Tam o sırada Mescid-i Nebevi’nin imamlarından biri geldi. Çok sakin bir şekilde Mehmet Abi ile konuşmaya başladı. Benden de makinayı istedi. Makinada yalnızca dışarıda çektiğim birkaç görüntü ve gitmeden önce Koket ve Herkül’ün çektiğim fotoğrafları vardı. Fotoğrafları görünce gülümsedi, “Senin mi bunlar” diye sordu. Sonra başka fotoğraf olmadığını görünce, “Tamam bırakın, Efendimiz çağırmış ki girmiş oraya” dedi ve olay orada kapandı. Ben daha sonra öğrendim nereye girdiğimi, oranın Efendimiz, Hazret-i Ebubekir ve Hazret-i Ömer’in makamı olduğunu…

- Siz gerçekten hazırlıksız gitmişsiniz yani… Yolculuğun devamı nasıldı peki?

Olaydan iki gün sonra bir Suudi restoranında gittik. Restoran bizim bildiğimiz geleneksel yeme biçiminden oldukça farklı. Yerler tamamen halılarla kaplı, ortaya büyük bir tepsi ile yemek geliyor. Tam bir tavuk, yarım bir kuzu, yanında da bolca pirinç pilavı. Biz dört kişi gittik ama gelen yemek buradaki sofralara göre 14 kişilikti. Yemek yedik, sohbet ettik. Bu süre boyunca sokak hayvanlarına verme niyetile ben önümdeki artık yiyemediğimiz etleri ayıkladım, kenara ayırdım. Restorandan çıktığımda elimde dört poşet atık yemek vardı. Gördüğüm kedilere dağıtmaya başladım. Otele kadar dağıta dağıta geldik. Biraz da Mescid-i Nebevi’nin etrafında dolandım, oradaki kedileri besledim. Yine tesadüfen mescidin imamı ile karşılaştığımızda bana bakıp, “Ebu Hureyre” dedi. Ben ilk kez orada, ondan duydum bu ismi. İslam fıkhında kedinin yerini, Efendimizin kedisi Müezza’yı o zaman öğrendim. Ağzının içerisinde siyah lekeler olan Habeş cinsi bir kedi olduğunu ve günümüzde ağzında siyah leke olan kedilerin Müezza’nın soyundan geldiğini, insanlara bolluk bereket getirdiğini orada öğrendim. Hemen aradım İstanbul’u sordum. Evet dediler, damağında gerçekten siyah bir leke var. Birkaç gün içerisinde yaşadıklarımın hepsi üst üste gelmişti. Öğrendiklerimden sonra oturup ağladım. Koket’i hiç içeri almayabilirdim, bakmayabilirdim. O an anladım büyük bir sınav verdiğimi. Balkonuma sığınan terk edilmiş bu kedi yavrusunun patilerinin izini takip ederek kutsal topraklara ulaştığımı anladım. Sınavı geçip geçmediğimi bilmiyorum ama o sınavın beni iyileştirdiğinden eminim.

24 Nisan 2022/Yeni Şafak