Osmanlı Devleti’nin resmi dili Osmanlıca. Osmanlıca, en kısa ifadesiyle Türkçe’nin hakimiyetinde, Arapça, Farsça’nın müşterekliğinde bir lisân. Arap alfabesiyle (Farsça’nın tesiri ile üç harf ‘p-ç-j-‘ fazlasıyla) yazılan,Türkçe okunan… Yeni ve farklı bir lisân değil aslında. Yani en basit örneğiyle ilköğretimdeki okuma fişlerini düşündüğümüzde;
Misal: “Ayşe okula gitti.” cümlesini Osmanlıca yazmak istersek bunu Arap alfabesiyle yazarız. Okunuşu ise yine aynıdır. Yani yine “Ayşe okula gitti.”okunur. İngilizce, Almanca yahut Arapça gibi farklı bir lisanda okunmaz yazılanlar. Latin harflerindeki seslerin karşılıkları olan harfler vardır alfabesinde (şimdilerde alfabeye eklenen w,x, Q dışında) ve zor, karmaşık olmayan bazı kurallar, o kadar. Ancak bir bardak suda kıyamet koparan bir takım zihniyet mensupları yaygaracı tutum sergiliyor yine. Bu kez bahane Osmanlıca dersleri. Şaşırmıyoruz tabi. Çünkü birgün hesapların geri döneceği korkusudur yaşadıkları. Korkunun ecele faydası yok oysaki.
Osmanlıca, Osmanlı Devleti’nin kuruluşuyla (13. yy) yıkılışı (20. yy) arasındaki 7 yüzyıla tekâbül ediyor. Anadolu ve tüm Osmanlı coğrafyalarında kullanılan Arapça ve Farsça’nın müşterekliğinde Türk dili. Nasıl ki Osmanlı’da hâkim millet Türkler ve hâkim din İslâmiyet ise, Osmanlıca’da da asıl unsur, ana dil Türkçe’dir.
Osmanlıca’ya gelinceye kadar Eski Türklerden başlatırsak lisân mevzuunu:
Göktürkçe:
Tarihte Türk adıyla kurulan ilk Türk devleti olan Göktürkler’in dili Göktürkçe, alfabesi ise Göktürk Alfabesi. Göktürkçe, Türk dilinin bilinen ve yazılı metinleri ele geçirilebilen en eski dönemine verilen isimdir. Uygurca:
Türk dilinin eski dönemlerinde konuşulmuş ve yazılmış olan tarihî dönemlerinden biridir. Eski Türkçe adlı dil döneminin Göktürkçe’den sonraki ikinci kısmını oluşturmuştur. Karahanlıca:
Türk dilini eski, orta, yeni olarak üç döneme ayıran Türkologlara göre Karahanlı Türkçesi, Orta Türkçe’nin ilk dönemini oluşturur. Harezmce:
Türk dilinin tarihinde konuşulmuş ve yazılmış olup Karahanlı Türkçesi sonrasında gelen tarihî dönemlerinden biridir. Özbekçe:
Kuzey-Doğu Türkçesinin ikinci döneminin adıdır. 15. yüzyıl başlarında başlar, 20. yüzyıl başlarına kadar devam eder. Kıpçakça:
Kıpçakça veya Eski Kıpçakça, Orta Türkçe dönemine ait Türk dillerinin Kıpçak grubundan ölü bir dil. Bugüne gelebilmiş eserler sınırlı sayıda… Ana Oğuz Türkçesi:
Türk dilinin milat sonrası dönemlerinden günümüze gelen en büyük kollarından biridir. Göktürkçe döneminde, Ötüken’de kullanılan yazı dilinin yanında, onunla beraber henüz yazı dili formu kazanmayan bir hâlde olduğu kabul edilir. 10. yüzyıldan sonra Maveraünnehir, İran ve Anadolu sahalarında yaygınlaşmış, yüzyıl boyunca yazı dili olma yönünde aşama kaydetmiştir. Eski Anadolu Türkçesi:
Türk dilinin Oğuz koluna dayanan ve Hazar Denizi’nin batısında, Anadolu coğrafyasında 11. yüzyıldan 15. yüzyıla kadar kullanılan bir tarihî yazı dili… Anadolu’nun Türkleşmesi ile XIII-XV. yüzyıllar arasında bu bölgelerde Oğuzca temeline dayalı olarak kurulup gelişen yazı dilidir.
Bunlardan başka Tatarca, Başkurtça, Kazakça, Nagoyca, Kamukça, Karaçay-Balkarca, Karayca, Kırımçakça, Urumca, Memlük Kıpçakçası, Ermeni Kıpçakçası, Azerice, Gagavuzca, Türkmence, Salar Türkçesi, Halaç Türkçesi, Altayca, Tuvaca, Hakasça, Şorca, Tofoca, Çulımca, Dolganca, Yakutça gibi diller, Türk dillerinin lehçeleri konuşulmuş ve yazılmış, böylece Tüklerin lisânını oluşturmuş tarih boyunca.
Gelelim Osmanlıcaya; 13 ile 20. yüzyıllar arasında Anadolu’da ve Osmanlı İmparatorluğu’nun yayıldığı bütün sahalarda kullanılmış olan Osmanlı Türkçesi, Türk dili tarihi içinde geniş sahada ağızlarıyla beraber konuşulmuştur. Alfabe olarak Arap alfabesinin Farsça ve Türkçe için uyarlanmış bir biçimi kullanılmış.
İbda Mimarı Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun “Dil ve Anlayış” adlı eserinin “Osmanlıca” başlıklı bölümünden:
“Osmanlıca diye ayrı bir lisân yoktur. Lâzca, Çerkezce, Arnavutça gibi ayrı bir dil…
Osmanlıca tek ve kısa hecelerden örülü ve mücerret mefhumlara yabancı bir lisân çarşafı üzerine Arap ve Fars mânâ meyvelerinin silkelenmesinden meydana gelmiş gerçek Türkçedir.”
Türkler, 9 yüzyılda, bir Türk devleti olan Karahanlıların İslâmiyeti kabul etmesiyle, yeni bir kültür ve medeniyet dairesine girdiler. Din değişikliği milletlerin hayatında çok ciddi değişikliktir haliyle. Birçok alanda tabii olarak başlayan ve devam eden bu değişiklikler lisânı da etkilemiştir. Ancak göz ardı edilmemesi gereken husus; bu değişikliklerin tabii bir seyir içinde gerçekleşmesidir.
Lisan-dil tarif edilirken, en başta canlı bir varlık gibi davrandığı söylenir; öyledir de... Dil canlı bir varlıktır. Bu canlılık mecazî anlamda bir gerçekliğin ifadesidir. Gerçekten dil çağdan çağa değişikliğe uğrar, zaman zaman yeni kelimeler katar bünyesine, zaman zaman da ölür bazı sözcükler, söyleyişler, sözler… Nasıl ki dilimiz olan Türkçeyi asırlar önceki haliyle kullanmıyorsak, ses yapısından kelime dağarcığına kadar çeşitli yönlerden değişikliğe uğramışsa, dünden bugüne, bugünden yarına dilin birtakım etkilere ve değişimlere açık olmaması düşünülemez. Ancak gözden kaçırılmaması gerek önemli husus var ki, o da bu etki ve değişimlerin tabii bir seyir belirtmesidir. Yani zorlayarak, uydurarak, kırarak, dökerek değil lisânı.
Nasıl ki Türkçe’nin ilk yazılı kaynaklarından olan Göktürk Kitabeleri’ndeki dilin büyük ölçüde hayatımızda bir karşılığı olmadığı gibi, tarihi seyir içinde tabii değişikliklere uğrar dil.
Misal:
“Tengri teg tengride bolmış Türk Bilge Kağan bu ödke olurtum. Sabimin tüketi eşidgil.
…Bunça budun kop itdim. Ol amtı ariyıg yok. Türk kağan Ötüken yış olursar ilte bung yok. İlgerü Şantung yazıka tegi süledim, taluyka kiçig tegmedim.”
(Tanrı gibi gökte olmuş Türk Bilge Kağanı, bu zamanda oturdum. Sözümü tamamiyle işit.
… Bunca milleti hep düzene soktum. O şimdi kötü değildir. Türk kağanı Ötüken ormanında otursa ilde sıkıntı yoktur. Doğuda Şantung ovasına kadar ordu sevk ettim, denize ulaşmama az kaldı.)
Yahut Fuzulî’nin meşhur Su Kasidesi’nden:
“Âb-gûndur günbed-i devvâr rengi bilmezem
Yâ muhît olmış gözümden günbed-i devvâra su”
mısralarındaki mananın;
“Şu dönen gök kubbenin rengi su rengi midir; yoksa gözümden akan sular, gözyaşları mı şu dönen gök kubbeyi kaplamıştır, bilemem.” olduğunu pek çok kimsenin tabii olarak anlayamadığı gibi.
Öncesinde de ifade ettiğimiz hususiyetlerle dil canlıdır, tüm canlı varlıklar gibi değişime ve tesire açıktır. İş ki tüm bunlar tabii seyrinde olsun.
8.yüzyılda Türklerin Müslümanlaşmasında dönüm noktası olan Talas Savaşı ile başlayan bir milletin din değiştirme süreci, 9.yüzyılda Karahanlılarla devlet çapına ermiştir. Din değiştiren bir milletin, o dinin kaynaklarını daha iyi ve doğru anlamak maksadıyla, kendilerine o dini tanıtan kavimlerin dillerinden etkilenmesi son derece tabiîdir; hele ki bu diller, o dönemlerde etkili bir ilmî ve edebî birikimi olan Arap ve Fars milletlerinin dilleriyse... Bu yüzden İslâmiyetle birlikte alfabe değişikliğine de gidilmiş, Arap Alfabesi kullanılmaya başlanmıştır. Ancak dikkat edilmesi gereken şu, alfabe değiştiriliyor, dil değil. Türklerin her zaman için dili Türkçe olmuştur, tarihî seyir içinde birtakım tesirler ve lehçe farklılıkları bir yana. Bir milletin kendi ana dilini değiştirmesi diye bir şey olamaz zaten. Fakat dillerin birbirinden tabii ihtiyaç ile etkilenmesi de gayet tabiî. Hal böyle olunca, bir İslâm diyarı olan Osmanlı Devleti’nin dili Türkçe’nin hâkimiyetinde Arapça ve Farsça’nın tesirinde Osmanlıca oluşu da aynı tabiilik içerisinde devam eder yüzyıllar boyunca.
Bu dil, tıpkı günümüzde olduğu gibi, halk dili, âlim ve sanatkârların dili olarak da hayatiyetine devam etmiş, çağlar ötesine taşınacak eserler meydana getirilmiştir.
İlimde Arapçanın, edebiyatta ise daha çok Farsçanın tesiri görülmüştür. Halk dili ise en tabii, en sade ve oldukça katıksız (fakat tatsız değil) ifadenin tezâhürü olmuştur. Oğuzlardan Selçuklulara, Selçuklulardan Osmanlılara giden yolda çeşitli Türk boy ve soylarının hepsinde menşei hep ve her zaman Türkçe olan dilimiz, tarihî gelişimi içinde farklı farklı lehçelere ayrılmış, coğrafî, tarihî, kültürel faktörlerin de etkisiyle tarihî seyrini devam ettirmiştir.
Osmanlıcadan sonraki durum ise malum… 1928 harf inkılâbıyla birlikte 1100 yıldır kullanılan alfabe bir günde kaldırılır, yerine İncil’in dili olan Latince’nin alfabesi getirilir. Yüz yılların birikimi olan binlerce, on binlerce eser, kendi haline terk edilir; kütüphanelerin, karanlık ve izbe mahzenlerin küf kokuları arasında. Pek çoğu gün yüzüne çıkamaz bu eserlerin. Çünkü dilimiz, dilimize yabancıdır artık. “Yabancılaşmış adam”ın biri, öyle dilemiş, öyle de olmuştur. Asırlarca varlığını sürdüren ilim, sanat eserleri yok hükmünde bırakılmıştır maalesef ki.
Dilde, dinde, kültürde ve daha pek çok hususta despot uygulamalarla bir yakın tarih (devrim tarihi) manzarası çıkıyor karşımıza. Harfler yasaklanıyor, kıyafetler yasaklanıyor hatta Kur’ân yasaklanıyor, ezan hakezâ. Bir tarih, bir medeniyet, bir kültür, irfan, ilim ve din yasaklanmış oluyor aslında. Bunların yerine getirilmek istenenler ise Batılı, Batıcı, kopyacı, laik, çağdaş bir devlet ve cemiyet nizamı. Tabii ki öyle birkaç yıllık bir zamanla sınırlı bir süreç değil bu. Cemiyet ve devlet hayatındaki ciddi değişikliklerin aslında ciddi arka planları da vardır; bizim tarihimizde de böyle. Tarih muhasebemiz içinde değerlendireceğimiz bu sonuçlar, ta 17. yüzyıldaki donma ve apışma ile başlayan, ardından 18. yüzyılda zevk ve sefahate düşkünlük, 19. yüzyılda Batı hayranlığının ciddi artışı gibi sebeplere de bağlı. Nihayetinde 20. yüzyılda patlak veren 1. Dünya Savaşı, milliyetçilik akımının tesiri, Osmanlı’nın bu sıkıntıların üstesinden gelemeyen zafiyeti ve İstiklal Harbiyle gelinen noktada Osmanlı tam olarak müflis duruma düşürülür. Küllerinden yeniden doğmanın gücüne sahip olamadığı bir dönemde, belki de Batılıların dediği gibi hasta adam, hasta yatağında ölüm uykusuna terk edilir, terk edilmekten de ziyade damarlarına onu hayata döndürecek anti virüs yerine, biraz daha virüs zerk edilerek tüm hayatiyetine son verilmek suretiyle.
Osmanlı’nın enkazı üzerine kurulan yeni devletin adı Türkiye Cumhuriyeti’dir artık. Yeni devlette yeni inkılâplar ve yeni bir dil anlayışı, yeni alfabeyle birlikte ortaya konulur. Tabii bu dil anlayışının da yine Tanzimat’la başlayan, Batı özentisi bir alt yapısı da vardı. Serveti Fünûn edebi döneminde bu durum artarak devam etti. Ardından gelen Milli Edebiyat Döneminde ise Türkçülük anlayışıyla dilde aşırı Türkleştirme tesiri de görüldü. Türkçülük, kafatasçılık akımının temsilcileri:
“Bir ülke ki camiinde Türkçe ezan okunur,
Köylü anlar manasını namazdaki duânın…
Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kur’ân okunur.
Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Hüdâ’nın.
Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır vatanın!”
diyen edebiyatçılar oldu; dine, Müslümanlara hakaret içerikli şiirler yazan edebiyatçıların da olduğu gibi:
“Ne örümcek, ne yosun
Ne mucize, ne füsun
Kâbe Arabın olsun
Bize Çankaya yeter.”
İşte asırlık çağlardan hatta bin yıllardan bu yana böylesi dil serüvenleri sürüp gitti tarihimizde. Bugün ise yine dil, bir tartışmanın malzemesi yapılıyor, Osmanlıcanın okullarda ders olarak okutulması yahut okutulmaması sebebiyle.
Her şeyden önce dil, bir cemiyetin ve cemiyeti oluşturan insanların hayatiyet mesabesinde önemli bir ifade vasıtası ve bundan da öte pek çok şeydir. Geçmiştir, gelecektir, hâldir, kültürdür, medeniyettir, hafızadır, hatıradır, anlayıştır ve toplamında bir dünya görüşünün temel vasıtalarındandır. Hâl böyleyken ve arz ettiği önem ortadayken dilin tartışma konusu yapılıyor olması da tercih etmesek de bir vakıa oluyor günümüzde ve pek çok zaman. Çünkü homejen bir toplum değil yaşadığımız. Din anlayışı, tarih anlayışı, medeniyet vesair anlayışları farklı insanlar… Geçmişle münasebeti farklı farklı, gelecekten bekledikleri de… Halihazırda yaşananlar ise bir o kadar… Bir yanda veledi cumhuriyet, bir yanda Osmanlı’nın torunları… Osmanlı’nın torunları Osmanlıca okumaktan hiçbir şekilde gocunmaz, bilakis memnun olacakken, diğerleri Osmanlı’ya ait tüm değerlere sırt çevirdikleri, bununla da kalmayıp karşı oldukları gibi Osmanlıca eğitimine de karşı, hatta engelci. Bir gün Osmanlı’nın geri döneceği korkusu mudur yoksa bu? Aslında korkacak ne var? O kadar açık net ki: Osmanlı geri gelmez, gelemez. O tarihî misyonunu tamamlamıştır çünkü. Ancak ondan alacağımız birikim ve tecrübeler, ilham ve intibâlar var tabii, olmalı da. Çağın ve topyekûn insanlığın ihtiyaçlarına cevap verecek bir nizamsa elbet kurulacak; Osmanlıca okutulsa da, okutulmasa da. Her şey ve herkes bilerek veya bilmeyerek, tersinden ya da düzünden o nizama yol açıyor aslında, bu nizamı tesis ve temin edecek “Beklenen Kurtarıcı”ya, “O”na yol açıyor.
Aslında, toplumda pek çok kimse bir çok şeyden rahatsız bir şekilde. Kimisi rahatsızlığının farkında bile değil, içten içe çürüyor oysa. Kimisi ise rahatsızlığını biliyor, ancak hastalığının ne olduğunu bilmiyor. Bazıları da hastalığını biliyor, şifasını bilmiyor. Kimisi de şifayı yanlış adreslerde arıyor. Çoğu da hastalığını bir an önce tedavi ettirecekken oyalanıyor, vakit kaybediyor boşuna, günübirlik tesellilerle. Bazıları da çocuğun doktordan korkması gibi gereksiz korkuya kapılıyor, korkacak bir şey olmadığı halde. (Ehil kimseler elinde olursa tabii.) Bir başka açıdan; hastalık, maraz, şifa bir bünye meselesidir aslında, nihayetinde de nasip. (Tüm bu misallendirmeler siyasî değil, fikrî bir bakış açısıyla) Peki mecburi mi, değil mi? İşte buradan Osmanlıca dersleri mevzuuna dönersek; Osmanlıca seçmeli ders mi olsun, mecburi mi? Henüz net bir şey belli değil. Fakat bu soruya karşı, başka bir soru sormak hakkımız olmalı: Batıcı, Batılı, gayri milli, laik, Kemalist eğitim mecburi mi, değil mi? İnkılâp tarihi dersleri mecburi mi, değil mi; karma eğitim mecburi mi, değil mi? Öyleyse…
Tabii ki bir memleket Osmanlıca dersleri okutulmakla kurtulmaz, yahut tam tersi batmaz da. Nihayetinde eğitimin temel meselesi Osmanlıca eğitimi de değil. Memleketin tek meselesi de olmadığı gibi. Osmanlı’nın müsbet tüm değerlerini de beraberinde getirebilecek, bunları 21. yüzyılla güncelleyebilecek, bilim ve teknolojiyle destekleyebilecek kısacası ayakları yere basabilecek muhtevâdır, ahlâktır, maneviyâttır, bilginin hakikatine ulaşmak yolunda yapılması gerekenlerin tümüdür, ilim ve irfandır ve dahasıdır olması gereken. Tüm bunların şuurunda ve mesuliyetinde temel meselelerimizin halli için yapılması gerekenleri ifade edenlerden öte, ifâ edenler olabilmemiz için hem hatırlamış hem hatırlatmış olurken bilvesile İbda Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun “Dil ve Anlayış” adlı eserinde belirttikleri “Dil, mânanın resmi” olduğu nazariyle, mânayı da okuyabilmek üzere, Osmanlıca derslerinin okutulmasını destekliyorum.
13 Aralık 2014
Gaye Genç Adam