Sosyal hayat, kurallı bir hayattır. Yani, bir toplumda yaşayan insanlar, birbirlerine saygı göstermek ve birbirlerini rahatsız etmemek zorundadırlar. Bunun için de ahlak, hukuk ve kültür gibi değer ve kurallar işlerlik göstermektedirler.

Sosyal hayat, keyfilik ve kuralsızlık değil

Çünkü, sosyal hayat “keyfilikler ve ölçüsüzlükler” üzerine kurulamaz. Bazı sistemler, belli güç ve menfaat ve seçkin gruplarının doğrultusunda çalıştığından, o topluluğa sahip insanların inanç, duygu ve düşüncelerine önem vermez. Seçkin denilen gruplar ise, bu özelliği kendi kendilerine vermiş ve böylece, diğer insanlardan daha ayrıcalıklı olduklarını göstermişlerdir. Bu yüzden, adı geçen kişimler, sadece kendi amaçlarını gerçekleştirmeye odaklanmışlardı.

Günümüzde insanların konuşma, giyim ve hareketlerini de sosyal sisteme uygun bir şekilde düzenlemek ihtiyacı duyulmaktadır. Aslında sosyal sistem, toplumun büyük bir bölümünün üzerinde birleştiği değerler ve kuralların geçerli olduğu sistemdir. Sosyal sistemin sahibi, ne bazı siyaset ve teknokratlardır, ne de; toplumda belli güçlere dayanarak kendilerine özel imtiyazlar veren kimselerdir. Medeni ve insana saygı merkezli toplumlar, başkalarının kendi tutum ve hareketlerinden rahatsız olup olmadıklarının şuuruna ermiş “insan niteliği”ne sahip olmuşlardır.

Hukuk da, kültür ve değerler sistemine bağlı hareket eden toplumun, bu irade ve tercihini koruyan bir müessesedir.

Değer ve kurumlardan, doktrinlere yönelmek

Batı toplumlarında modernleşme ile birlikte, insanların kültürel ve ahlaki tercihleri, bazı felsefe ve ideolojilerin etkisi altına girdi. Demokrasi, liberalizm ve endüstri sistemi; toplumlar adına bazı görüş ve yaşama tarzlarını yegâne gerçek ve uyulması gereken kurallar olarak gördüler. Bu görüşlerin güdümündeki siyasi ve iktisadi görüşler de, aynı şekilde “değişmez hakikatler” gibi gösterildi. Halbuki bu gruplar, Batı’da kilise ve aristokrat sınıfların toplumda kayıtsız şartsız hâkim olduklarını söylüyorlardı. Kendi kurdukları modernist anlayışlar ile, ideolojik, sanat veya siyasi sistemleri, toplumun değer ve tercihlerinin önüne getirdiler. Bir manada din, ahlak ve geleneklerin yerine bazı siyasi ve iktisadi tercihleri koydular.

Aslında modernist yapı, toplumların tarih içinde sahip olduğu dini, ahlaki ve geleneksel değerlere göre daha emredici, biçimlendirici ve baskıcı bir nitelik taşımaktaydı. Ama, hümanizm/insanilik, demokrasi ve çağdaşlık gibi kelimeleri, bu kavramların ve kurumların önüne getirince, bu görüşler; birdenbire sevimli ve kabul edilebilir hale gelmekteydi.

Toplumların kuralsızlığı ve kişilerin sahipsizliği

Din, ahlak ve gelenekler, uzun insanlık tarihi içinde toplumları kurallı, düzenli ve ölçülü yaşamaya yönlendiren en önemli sistemlerdi. Çünkü bunlar, tüm toplum kesimlerinin birlikte kabul ettiği temel otoritelerdi ve özellikle de, sosyal nitelikteydi.

Her konu gibi, onları istismar eden ve onlardan menfaat bulmak isteyenler de vardı. Ama bu durum, değerli olan inanç, görüş ve kurumların tasfiyesini gerektirmiyordu.

Önce krallar ve derebeyleri, daha sonra ise, siyasi ve iktisadi güç sahipleri, sosyal nitelikli bu değerlerin geçersizliğini öne sürerek, insanları; ırk, ideoloji ve iktisadi güce göre değerlendirmeye ve yönlendirmeye başladı.

İşte bu dönemden sonra, başta batı toplumları ve onların izini takip eden diğer toplumlarda, insanlar sun’i ve güdümlü siyasi ve iktisadi sistemlerin birer piyonu oldular.

Artık toplumlar, kendi kararlarını değil; bu siyasi, iktisadi sistemlerin kural ve sistemlerinin kontrolü altına girdiler. Sistemleri analiz veya değiştirmek şöyle dursun, onların çizdiği sınırların dışına çıkmaya çalıştıklarında aforoz edildiler. Bu afatoz, modern dünyanın hazırladığı bir aforoz sistemi idi.

Çünkü modernizm, insanlığı kendi dünyasının bağımlısı haline getirmişti.

İşte bu dünyanın yeni kuralı, “ahlak dışılılık” idi. Yani; hiçbir dini, ahlaki ve geleneksel değere bağlı olmadan yaşamak.

Çünkü, modernizm kendi sistemini kurabilmesi için; insanların kendi tercihleriyle seçtikleri yeni bir inanç ve ahlak sistemleri, bu yeni yapıyı engelliyordu.

Onun kurallarını belirleyenler; toplumların yeni tanrıları olan filozof, iktisatçı ve modacılardı. Dolayısıyla yeni bir düzen kuruluyordu ve bu düzende; inanç, ahlak ve geleneklere yer yoktu.

Prof. Dr. Sami Şener, Mirat Haber