Enflâsyonu "fiyatlar genel seviyesinin devâmlı olarak artışı" şeklinde tarif etmiştik. Bu tarif teorik olarak doğrudur. Ancak tatbikatta enflâsyonun, "istikrar bozucu bir mahiyet alması", yani kendisine has bazı tesirler hasıl edebilmesi için, fiyat artışlarının oldukça şiddetli olması lâzımdır. Gerçekten, meselâ fiyatlar genel seviyesinin yılda %1-2 nisbetinde artmakta olması, hiçbir zaman ciddi bir istikrarsızlık, bir enflâsyon meselesi ortaya çıkarmaz; çünkü iktisadî hayat, fertlerin davranışlarının bir ortalamasıdır. Fertler ise, maruz kaldıkları tesirler belli bir şiddete erişmedikçe, davranışlarını değiştirmezler.

Hafif bir enflâsyonun da, uzun devrede, tesirlerini birbirlerine ekleyerek, önemli muvazenesizliklere sebeb olacağı düşünülebilir. Böyle bir düşünce yanlıştır. Hafif bir enflâsyonun etkileri birikemez. Ekonomi, küçük muvazenesizlikleri, gerekli intibakları yapmak suretiyle kolaylıkla masseder ve birbirlerine eklenerek şiddet kazanmalarını önler.

Enflâsyonun, fiyat artışlarının şiddeti bakımından, bir aşağı sınırı olduğu gibi, bir de yukarı sınırı vardır. Şöyle ki; enflâsyon kavramında, mevcut para sisteminin aslî fonksiyonlarını az çok ifâ etmekte olduğu temel faraziyesi vardır. Eğer fiyatlardaki artış paranın asgari fonksiyonlarını bile ifâ etmesine imkân vermeyecek kadar şiddetli ise, artık bir enflâsyonla değil, para sisteminin çöküşü ile karşı karşıyayız demektir. Böyle bir durumda, elbette ki enflâsyonun tesirlerinden bahsetmek mümkün değildir.

İşte bu sebeplerden dolayıdır ki, enflâsyonun etkileri, fiyat artışlarının bu iki sınır arasında olduğu faraziyesine göre tesbit edilmiştir.

Gelir dağılımı bakımından: Fiyatların devamlı olarak artması, gelirleri para cinsinden ve sabit olan kimselerin aleyhinedir. Genel olarak, ücret, maaş, faiz ve kira geliri ile geçinenler bu gruba girerler. Bütün bu çeşit gelirler, sözleşmelerle tesbit edilmiş olup, sık sık ayarlanamazlar. Bu sebepten de fiyatları arkadan takip ederler. Ancak bu grup arasında da bazı farklılıklar olabilir. Meselâ bazı memurlar veya işçiler, eğer hizmetlerine olan talep artmaktaysa, maaş veya ücretlerini arttırabilirler. Enflâsyon bir kalkınma hareketinden doğmakta ise, bu çeşit imkânlara pek sık tesadüf edilir. Çünkü bu tip bir enflâsyonda talep bünyesi de değişmekte olduğundan, tesadüfen talebi artan malların müstahsilleri veya hizmetlerin sahipleri, kolaylıkla gelirlerini arttırabilirler. Meselâ, memleketimizde 1950’yi takip eden devrede, kalifiye işçilerin, mühendislerin, İngilizce bilen kimselerin ücretlerinde, fiyatlardan daha fazla artış olmuştur.

Gayrımenkul sahipleri arasında da önemli farklar olabilmektedir. Eski bina sahipleri, kira kontrolleri dolayısıyla, gelirlerini arttıramadıkları hâlde, yeni inşaat yapanlar yüksek kiralar alabilmişlerdir. Ayrıca gayrımenkullerin sermaye değerlerinde de büyük artışlar olabilmektedir. (Gayrimenkul kıymetlerin artışı, sadece enflâsyona atfedilemez. Bunun diğer bir sebebi, şehirlerin büyümekte olmasıdır.)

Nihayet; fiyatların artması alacaklıların aleyhine ve borçluların lehinedir.

Genel olarak enflâsyon devrelerinde pazarlık kuvvetleri zayıf olan gruplar ezilirler. Bu gerçek, ortaya son derece ciddi sosyal meseleler çıkarır.

Tasarruflar bakımından: Para kıymetinin mütemadiyen düşmekte olduğu bir devrede, insanların ellerinde mümkün olduğu kadar az para tutacakları ve hele para cinsinden tasarrufta bulunmak istemeyecekleri aşikârdır. Çünkü bu şekilde yapacakları tasarruflar, hergün reel kıymetinden kayba uğrayacaktır. Bu durum karşısında fertlerin normal tepkileri, tasarruflarını paradan gayrı servet şekillerine yatırmaktır. Bu servet şekilleri, arsa, bina, altun ve kambiyo (yabancı para) gibi şeylerdir. Fakat fertlerin çoğunun ya tasarruf miktarları veya bilgileri bu çeşit servet şekillerine yatırım yapmaya yeterli değildir... Meselâ yılda yapacağı şu kadar tasarrufla, bunu ancak, bankaya yatırmak veya elde tutmak imkânlarına sahip bir fert düşünelim: Bu kadar para ile ne ev ve ne de arsa alınamayacağı gibi, çeşitli sebeplerle (alışkın olmamak, fiyatların çok değişmesi) altuna yatırmak da istemeyebilir. Hâl böyle olunca, fertler tasarruf yapmaktansa, istihlâklerini arttırmayı tercih ederler. Böylece küçük gelir gruplarının istihlâk temayülü artmış olur; bu hâdise enflâsyonu daha da şiddetlendirir. İstihlâk temayülünün artması, az gelişmiş memleketlerde, kalkınmayı köstekleyici bir rol oynar. Çünkü bu gibi memleketlerde istihlâk ve yatırım harcamaları, genel olarak birbirleriyle rekabet hâlindedir. Birisi artınca diğeri azalır.

Enflâsyonun, küçük hususî tasarruflardaki bu azalmaya karşılık, büyük hususî tasarruflarda ve kısmen de amme tasarruflarında bir artışa sebep olması çok muhtemeldir. Gelir dağılışındaki adaletsizlik arttıkça, bu ihtimâl daha da kuvvetlenir. Bir kere küçük gelirli kimselerin istihlâk temayüllerindeki artış, gelirlerindeki azalışla -ve bu azalışın miktarına bağlı olarak- kısmen, tamamen veya fazlasıyla telâfi edilebilir. İkinci olarak; yüksek gelirli kimselerin tasarruf temayülleri daha yüksektir. Bu sebepten enflâsyon yolu ile küçük gelirlerden alınıp yüksek gelirlere aktarılan her liranın, artık daha büyük bir kısmı tasarruf edilir.

Netice olarak, toplumun yekûn tasarruflarının artması veya azalması, bu iki zıt temayülün karşılıklı miktarlarına bağlıdır.

Eğer enflâsyon, hükümetin bazı yatırımları emisyon yapmak suretiyle finanse etmesinden doğuyorsa, bu takdirde amme tasarruflarında bir artış oluyor demektir.

Yatırımların yönü bakımından: Sınaî teşebbüslere girişmek herkesin kolaylıkla başaracağı bir iş değildir. Bu gibi yatırımlara girişmek asgarî bir teşebbüs ruhu ve mevzuu hakkında asgarî bir bilgi sahibi olmayı gerektirir. Bu sebeple enflâsyon esnasında zenginleşen kimseler tasarruflarını sınaî faaliyetlere yatırmaktan çekinirler. (Anonim ortaklıkların gelişmesi ve bunların hisse senetlerini halkın ayağına kadar götürecek teşekküllerin kurulması, bu çekingenliği önleyebilir. Ancak, umumiyetle az gelişmiş memleketlerde bu gibi kolaylıklar yoktur.) Daha ziyade, tasarruflarının kıymetlerini muhafaza edebilecekleri kolay yatırım sahaları ararlar. Bu endişe ile hareket eden insanların en tabiî hedefleri, her çeşit gayrımenkuller, altun ve döviz satın almaktır. Gerçekten, enflâsyon sıralarında, bu servet şekillerine olan talep o kadar artar ki, bunların fiyatları, fiyatlar genel seviyesinden çok daha büyük bir hızla artar. (Meselâ Türkiye'de geçinme endeksi Mayıs 1957-Mayıs 1958 arasında %8 nisbetinde arttığı hâlde, altun fiyatları %26 nisbetinde artmıştır.) Hâl böyle olunca, bu çeşit mallar yalnız en kolay değil, fakat aynı zamanda en kârlı yatırım mevzuları olup, normal olarak sınaî yatırımlara gidebilecek tasarrufları da celbederler.

Gerçi bu esnada sınaî yatırımlar da kârlıdır. Fakat bu kârlılık, diğerlerinin yanında mütevazi kalmaktadır. Bunun sebebi imal edilen malların, satılarak tekrar imal edilmeleri zaruretidir. Satışlar yüksek fiyatlarla yapılmakla beraber, ham madde alışları da yüksek fiyatlarla olduğu için, kârlılık azalmaktadır. Zaten, bir enflâsyon devresinde, eldeki sermayenin bir mala veya bir paraya çevrilmek suretiyle işletilmesi, enflâsyondan istifade edilmesini önler.

İşte bu vaziyet, ferdî tasarrufların, millî ekonomi için hiçbir faydası olmayan gayrimenkul ve altun gibi servet şekillerine yatmasına sebep olur. Enflâsyon boyunca, bu çeşit servetler el değiştirerek, eski zenginlerden yeni zenginlere geçerler. Yâni, çok defa bunların miktarları artmaz, sadece el değiştirirler.

Enflâsyonun, uzun vadeli sınaî yatırımların aleyhine bir tesir meydana getirmesinin bir diğer sebebi, istikbâlin belirsizlik derecesini arttırmasıdır. Gerçekten, fiyatların devamlı olarak artmakta olduğu bir devrede, sınaî yatırımların gerektirdiği verimlilik ve maliyet hesaplarını yapmak çok güçleşir. Bu hâl birçok kimsenin normal şartlar altında hiç tereddüt etmeyecekleri teşebbüslere girişme cesaretini kırar. Böylece, enflâsyon, mümkün olan reel (ilâve) yatırımları da, en verimli değil, fakat en emin ve dolayısıyla kısa vadeli projelere yöneltir.

Nihayet, devamlı fiyat artışları her yatırımı kârlı kıldığı için, normal şartlarda yatırım yapılmayacak sahalara da yatırım yapılacağına önemle işaret etmek isteriz.

Yekûn ilâve yatırımlar, yekûn tasarruflara eşit olduğundan, bu paragrafta, yatırımların miktarı değil, fakat yönü üzerinde durulduğu gözönünde tutulmalıdır.

Dış ticaret bakımından: İç fiyatların yükselmesi, döviz fiyatları sabit tutulduğu takdirde, ithalâtı teşvik ve ihracatı tahdid ederek, tediye bilançosunun aleyhe dönmesine sebeb olacaktır. Bunu önlemek için ya sık sık devalüasyonlar yapmak, katlı kur sistemlerine gitmek veya ithalâtı daraltıcı tahditlere müracaat etmek gerekecektir. Her iki yolun da mahzurları ayrıdır.

Bu mevzu ile ilgili olarak, enflâsyonun diğer bir tesiri, geniş ölçüde ihraç edilen maddelerin müstahsillerini çok zor bir duruma düşürmesidir. Bu gibi maddelerin fiyatları, dış talebe bağlı oldukları için, döviz kurları sabit tutulduğu müddetçe, iç fiyat seviyesini takip edemezler. Bunun neticesi olarak, müstahsillerin reel gelirleri düşer. Bu duruma bir çare bulunmadığı takdirde, müstahsiller başka istihsal çeşitlerine yöneleceklerinden, memleketin gelecekteki ihraç imkânları da daralmış olur.

Salih Mirzabeyoğlu, Parakutâ’, İBDA Yayınları, İstanbul, 1997, s. 237-241