Şehirde izi olmayanın şiirde yüzü olmaz. Aslında bu sözün nereden mülhem olduğunu söylemeye gerek yok sanırım. Anadolu topraklarında vücut bulmuş her sözün altında bir hikmet, irfan ve tecrübe vardır. O yüzden o sözler arı durudur, yüzyılların içinden süzülerek gelmiş ve insanoğluna yol işareti, hayat düsturu olmuştur.

“Tarlada izi olmayanın harmanda yüzü olmaz.” atasözü de bu şekilde damıtılmış ve saf, berrak bir su hâlini almış bir sözdür. İnsan emeğinin öneminin; “İnsan için ancak çalıştığı kadarı vardır.” âyetinin bir nevi yorumudur. Bu söz, tarlada ter döken insanın yüzünün akıyla harmanda mahsulünü alacağını ve onun da bir sonucu olarak sofraya oturabileceğini;çünkü hak ettiğini ifade eder. Anadolu, hak etmediği bir nimeti kendisine lâyık görmez demek ki. Eğer hak etmediğini alırsa yüzsüzlük yapmış olur. Zîra harmanda yüzü olmak demek, yüzü kızarmadan hak ettiğinin bilincinde, harman ehlinin arasında yerini alır demektir. Harman hâsılâtın olduğu zamandır. Yüzü ak olanların bulunduğu bir zamandır. Burada bir husus daha ortaya çıkıyor: Harman ehli. Harman ehli nasıl bir topluluktur, diye sorarsak cevabını da yine atasözünde görebiliriz.

Onlar; tarlada izi olan, emek sahibi olan kimselerdir.

Peki, bu atasözünün ve bu açıklamaların şehir ve şiir meselesinde nasıl bir alâkası olabilir?

Dîvan şiirine, yani Osmanlı şiirine baktığımızda bir şey görürüz: Şiirde insanlar faydalı oldukları kadar ve faydalı oldukları yönleriyle vardır. Şâir, insanları yaptıkları ve güzel, faydalı özellikleri ile şiirine dâvet eder. Bunu şehir üzerinden düşünecek olursak meseleyi “Şehirde izi olmayanın şiirde yüzü olmaz.” şeklinde ifade edebileceğimiz görülecektir. Zîra ne şehirde ne de şiirde emek ve gayret sahibi olmayan, hak etmeyen yüzsüzler yer almamaktadır. Bir insanın şiirde yüzünü görüyorsak şehirde de izini görebiliriz demektir. Şâir; padişahları, devlet erkânını, din büyüklerini şiirlerinde işlediği gibi toplumda yer etmiş meslek erbabı insanları da şiirlerinde işler. Şimdi bazı şâirlerin şiirlerinde yer verdikleri bazı isimlere ve onların hem özelliklerine hem de icrâatlarına bakalım.

Aşağıda okuduğumuz beyitler Sultan II. Bayezid hakkında söylenmiş şiirlerden alınmıştır. Sultan, insanların huzuru ve refahı için gayret göstermektedir. Dine bağlılığı, cömertliği ve adaleti gibi özellikleriyle insanların huzur ve güven içinde yaşamalarına katkı sunmaktadır. Bunu hem şair hem de toplum böyle bilir ve böyle inanır:

“Cûdun şu denlü yagdurur etrâfa sîmi kim
Gören sanur ki toldı yemîn ü yesâr berf ”1

“Cömertliğin etrafa o kadar gümüş yağdırır ki gören sağ sol, her yer kar doldu zanneder.”

Şâirler kadar tarihçiler de şehir sâkinlerine bu gözle bakmışlardır. Meselâ; Şâir Münîrî gibi II. Bayezid’i değerlendiren İbn Zünbül, Vâkı’ât-ı Sultân Selîm adlı eserinde şiirdeki övgüyü destekler. Eserinde Sultan’ın dindar, iyi bir insan olduğu ve hayır yapmayı sevmesi gibi özellikleri öne çıkar. Camiler inşâ eder, fakirler ve gariplere hizmet için imâret yaptırır; şehrin sâkinlerine bol bol ikramlarda bulunur.

Hatta İbn Zünbül, halktan duyduğuna göre Sultan Bayezid, işçilere bizzat yardım edecek ve onlarla beraber sütunları kaldıracak kadar da emek ve tevâzu sahibidir. Bunları yapmaktan kaçınmaz ve çalışanların emeklerini bizzat kendi emeğiyle önemser.2

Dindar bir padişah olması şiirlerde yer alır ama bu bir gösteriş vesilesi değildir. Bu yönüyle Müslümanların ve hatta insanların koruyucusudur. Herkesin hâli vakti yerinde

ise onun dinî duygulara sahip olmasına ve bunun hakkını yerine getirmesine bağlıdır. Aşağıda gördüğümüz beyitlerde, padişahın sadece maddî değil mânevî olarak da şehre ve ülkeye katkı sunduğu anlaşılmaktadır:

“Mesned-i şer-i Resûl ol şâh-ı ins ü cân k’odur
Gül gibi vech-i hasen birle şeh-i Yûsuf-şiyem”3

“Gül gibi güzel yüzüyle Yusuf huylu padişah, Peygamber şerîatının dayanağı, insan ve cinlerin sultanıdır.”

“Der-’adl ü sâyeeş heme hoş-vakt ü hâletîm

Zıll-i Hudâst z’ân be-cihân sâye-güsterest”4

“Onun adaletinde ve gölgesinde hepimizin vakti hoş ve hâli iyidir. O, Allah’ın gölgesi (hükümdar) olduğu için dünyaya gölge salmıştır.”

Meselâ, Bursalı Lâmiî Çelebi, türbe ve kabirlerin sahipleri hakkında da bilgi verir ve onların insanların hayatlarında nasıl bir sosyal ve mânevî bir merkez olduklarını ifade eder. Seyyid Muhammed elBuhârî ve Şeyh Abdüllatîf Kudsî bunlardandır. Ulu Camii’den bahsettiği beyitlerde caminin kurrâ ve müezzinlerini de anlatır. Onlar da işlerinin hakkını veren, kendi güzel ve yetkin vasıflarıyla o makamda oturmaktadırlar. Hem sesleri güzeldir hem kırâatları güzeldir. İnsanlar onları dinlerken mest olurlar. Daha sonra Bursa’nın tarihinde önemli yere sahip tarihî şahsiyetlere, Osmanlı sultanlarından Sultan Osman, Sultan Orhan, Sultan Murad ve Yıldırım Bayezid’den söz eder. Şâire göre; sultanlar sıradan padişah değildir. Padişahlığı dünyevî özellikler itibarıyla yürütebilecek vasıflara sahip oldukları gibi mânevî yönden de çok derin insanlardır. Saltanatlarında insanların hepsine ihsan ve lütufta bulunurlar:

“Olar sanma mücerred şâhlardur
Velâyet sahibi âgâhlardur”5

“Onların sadece bir padişah olduklarını zannetme, onlar velâyet sahibi (velî), uyanık (basiret sahibi, sırlara vâkıf) kimselerdir.”

Lâmiî Çelebi, şehrin dinî, tarihî ve kültürel yönlerini ve tabiî güzelliklerini anlatır; maddî ve mânevî dokusunu hissiyatıyla birlikte yansıtır. Beyitlerinde sultanlar ve medrese ehlinin ön plana çıktığını görürüz. Ona göre medreseliler hayata nüfuz etmiş, yaygın ve hayatın türlü problemlerine çözüm üretmiş insanlardır:

“Cihân müşkillerin tefsîr iderler
Hakîkat sözlerin tahrîr iderler”6

“Dünyanın sorunlarını îzah ederler, hakîkat sözlerini yazarlar.”

Bu beyit, Bursa’daki medrese ve ilim hayatının sosyal hayatla olan yakınlığını ve iç içeliğini gösterir. Tabiî şunu da gösterir: Bugün eğitim ve hayat ne kadar iç içedir?

Eğitim ne kadar toplumun gerçeklerini bilir ve onlara çözüm üretir? Hatta şu açıdan da sorulabilir: Üniversiteler hakkında insanlara mikrofon sunsak ne kadar ve nasıl bilirler? Toplumun hangi sorununa çözüm üretmiştir üniversite kurumu? Kurumsal olarak düşünmemiz ve Lâmiî Çelebi’nin kendi döneminde yaptığı bu tespiti bugün de bizim yapmamız îcap eder. Bugün şehir şiiri yazılacak olsa bugün okumuşların(!) şiirde ne kadar yüzü olur?

Dinî şahsiyetlerin ve mekânların sosyal hayata tesiri ve katkısını Tâceddin Dergâhı ve Musa Baba üzerinden gösterir Lâmiî Çelebi. Tâceddin Dergâhı’nın temizliğini mevâlî diye isimlendirilen molla ve âlimler görür. Musa Baba, insanların hastalığına şifâya vesile olmaktadır:

“Binâsı hizmetün idüb mevâlî
Kılubdur ol yeri cennet havâli”7

“Binasının hizmetini ilim adamları, mollalar görmekte ve orayı cennet mekânı hâline getirmektedir.”

“Seher bir dem nefes urmaz deminsüz
Saglamaz hasta cânlar merheminsüz”8

“Seher yerli onsuz bir an bile esmez, hasta canlar onun merhemi olmadan iyileşmez.”

Seyyid Muhammed el-Buhârî’nin türbesi sosyal hayatın bir parçasıdır. Türbesinde çıra yanar ve aşk ehli kendi kandilini bu çıradan yakar. Yani mânevî terbiyede tasarrufu devam eder. Kabri güzel ve bakımlıdır, halkın ziyâret mekânıdır.

Mescit ve mâbetler, yanan kandilleri ve Kur’ân okuyan hâfızları; Ulu Camii, dışının gül bahçesi, içinin aydınlığı, sayısız kandilleri, hoş sesleriyle okuyan kurrâları ve müezzinleri; Ulu Camii’nin nakışlarını yapan Nakkâş Musa da şiirde nakıştaki ustalığı ile yerini alır.

Ulu Camii’nin minâresi yerden göğe dikilmiş bir âsâ gibi târif edilir. Bu, şehirde en yüksek yapının cami minâresi olduğunu ve minarenin insanda azamet ve mehâbet hissi uyandırdığını göstermektedir.

Lâmiî Çelebi’nin şiirinde Osmanlı padişahları, hâmilik, gâzilik ve velâyet sahibi oluşlarıyla şiirde yüz gösterir. Osman Gazi Bursa’nın hakîkî fatihidir, burayı bir İslâm beldesi yapar; Orhan Gazi ise cami, medrese ve imâretler inşâ eder ve şehri payitaht kılar. Murad Hüdâvendigâr müttakî, âdil, gazi ve

şehitliğiyle; Yıldırım Bayezid, velâyet sahibi oluşu, fetihleri, imâretleri, şifâhâneleri ile zikredilir. Yıldırım Bayezid’in oğulları Sultan Mir Süleyman Çelebi, Sultan Musa Çelebi ve Mehmed Çelebi Osmanlı’nın birliğini sağlamaları ve fetihleri yönüyle yerlerini alırlar.

Osmanlı sultanları, hizmet ehli insanlardır. İmâretleri, medreseleri, aşevleri, halka yaptıkları ikramlar, ziyâfet sofraları da onların tarla misali şehirdeki izleridir ve gönül rahatlığıyla şiirde yüzleri görünür. Velhâsıl-ı kelâm diyebiliriz ki yüzü olanın şehirde izi olur; şehirde izi olanın şiirde yüzü olur.

İnsanlar, toplumun ve zamanın hatırında ve hâtırasında ancak ve ancak maddî ve mânevî katkı sunarsa yer edinirler ve hâfızalarda unutulmaz yere sahip olurlar. Hak etmediği yerlere gelenler, insanları beden dili ve yapay imajlarıyla kandıranlar er ya da geç çıktıkları yükseklikten tepe üstü düşerler. Toplum bünyesi insanın bünyesi gibidir. Kokmuş, zehirli gıdayı harmana karıştırmaz ve er ya da geç kusar. Temizlerden olmak ve temizlerden kalmak, şehirde izi olmak ve şiirde yüzü olmak için tek ve alternatifsiz bir yoldur.

Dipnotlar

1. Revânî Dîvanı, Kasîde, 13/33.
2. İbn Zünbül, Vâkı’ât-ı Sultân Selîm, s. 87.
3. Münîrî Dîvanı, Kasîde, 11/37.
4. Münîrî Dîvanı, Kasîde, 10/2.
5. Akkuş, “Türk Edebiyatında Şehrengizler ve Bursa Şehrengizleri”, s. 118.
6. Akkuş, “Türk Edebiyatında Şehrengizler ve Bursa Şehrengizleri”, s. 98.
7. Akkuş, “Türk Edebiyatında Şehrengizler ve Bursa Şehrengizleri”, s. 99.
8. Akkuş, “Türk Edebiyatında Şehrengizler ve Bursa Şehrengizleri”, s. 101.

Kaynaklar

Akkuş, Metin, “Türk Edebiyatında Şehrengizler ve Bursa Şehrengizleri”, Atatürk Üniversitesi, SBE, Basılmamış yüksek lisans tezi, Erzurum 1987.
Ali Cançelik, “Şehrengizlerden Bursa’ya Bakış”, Kurucu Şehirler Bursa ve Floransa, Esenler Şehir Düşünce Merkezi Şehir Yayınları, İstanbul 2019, ss. 170-188.
İbn Zünbül, “Vâkı’ât-ı Sultân Selîm ve es-Sultân Kansu el-Gavri Adlı Eserinin Tahlil ve Değerlendirilmesi”, Haz. Eman Hayajneh, Erciyes Üniversitesi, SBE, Tarih ABD, Doktora Tezi, Erciyes 2005.
Münîrî Dîvanı, https://ekitap.ktb.gov.tr/Eklenti/56095,muniri-divanipdf.pdf?0, Erişim tarihi: 31.01.2020.
Revânî Dîvanı, https://ekitap.ktb.gov.tr/Eklenti/56143,revani-divanipdf.pdf?0, erişim, 31.01.2020.

Not: Kocaeli Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Tarihi ve Sanatları Öğretim Üyesi Ali Cançelik’in Şehir ve Düşünce Dergisi’nden iktibas edilmiştir.