Şairliğim on iki yaşımda başladı.

Bahanesi tuhaftır.

Annem hastahanedeydi. Ziyaretine gitmiştim… Beyaz yatak örtüsünde, siyah kaplı, küçük ve eski bir defter… Biti­şikte yatan veremli genç kızın şiirleri varmış defterde . Ha­beri veren annem, bir ân gözlerimin içini tarayıp:

-Senin dedi; şair olmanı ne kadar isterdim!

Annemin dileği bana, içimde besleyip de on iki yaşıma kadar farkında olmadığım bir şey gibi göründü. Varlık hik­metimin ta kendisi… Gözlerim, hastahane odasının pencere­sinde, savrulan kar ve uluyan rüzgâra karşı, içimden kararı­mı verdim:

-Şair olacağım!

Ve oldum.

O gün, bugün, şairliği küçük ve âdi hasisliklerin üstünde gören, onu idrakin en ileri merhalesi sayan ben, bu küçük ve âdi bahaneyi hiç unutmadım.

San’at ve hayat, san’at ve hakikat üzerinde fikri olma­yan, fikir tasası çekmeyen şair, bence, kuyruğu kıstırılınca ağlayan bir hayvancıktan farksız… Birbirine aykırı çift baştı bir mahlûk olan şairde, biri süfli ve mahkûm, öbürü ulvî ve hâkim, iki kutup var… Bunların biriyle şair; insanoğlunun en altında, öbürüyle de nebiler ve velîler ayrı, en üstünde…

Elbette ki, alt kattakilerden olmak istemiyecektim. Bu­nun için büyük bir memuriyeti yerine getirmek lâzımdı.

Buna çalıştım:

Bir yanda belli başlı bir san’at anlayışından tüten şiirler, bir yanda, bu san’at anlayışının tüttürdüğü şiir mefkûresi…

Bir yanda yemişin içindeki lezzet, bir yanda yemişin dışın­daki lezzet reçetesi…

Kısacası, sezerek yapmak ve düşünerek bulmak…

Şiirlerim, yemişin içini, şiir hakkında düşündüklerim de kabuğunu gösteriyor. Demek ki, ben, sadece şiir dokumakla kalmıyorum; Frenkçeden Türkçeleştirilmiş tabiriyle (Poeti- ka) mı, şiir san’atı üzerindeki fikirlerimi de örgüleştirmiş bu­lunuyorum. Yaptığım işin değerini bilmem ama böyle bir işin şiir ananemizde şimdiye kadar mevcut olmadığını belirt­mek hakkımdır.

Yarım metre bir cücede bu zamana kadar hangi dâhiye rastladık? El ilânı kadrosunda hiçbir hikmet tılsımı bilmiyo­ruz. Birkaç mısraın şairlerinden de fazla bir şey ummayalım! Keyfiyeti, kemmiyet zenginliği, hiç olmazsa yeterlik içinde aramanın bir sırrı olsa gerek… Bu bakımdan ben, şairi, ki­taplık çapta vazifeli görenlerin ölçüsüne inanıyorum. Böyle olduğu için, sâf şiir plânında bile şairin kitaplık çapta tecel­lisine karşı hasretimi ilk defa bu kitapta ifadelendirmek davasındayım.

Bu son şeklin üç basamağı “Sonsuzluk Kervanı”, “Çile” ve “Şiirlerim” adiyle 1953, 1962 ve 1969’da çıkan kitaplardan evvelki üç eserim (örümcek Ağı, Kaldırımlar, Ben ve ötesi), memleketimizde nasıl görülmüş ve gösterilmiş olursa olsun – o vakitler Allah’a bağlılığım belli olmadığı için göklere çıka­rıldım- küçük ve kifayetsiz davranışlardı. Onları yirmi yıl sonra takip eden “Sonsuzluk Kervanı” ise, birçok bakımdan beni ifadelendiremedi. O zaman en eski eserleri, mahzun ve mahpus keyfiyetlerinden, kemmiyetlerine, şekillerine ve ter­tiplerine kadar ana kitabımda özleştirmeyi, onlarda bağlı ol­duğum unsurları öbürlerinden süzmeyi, ayıklamayı, düzelt­meyi ve yenileriyle bir arada bütünleştirmeyi dilemiştim. Es­kilerden birçoğunu atmak ve onlarla bağımı koparmak iste­miş ve demiştim ki:

-Mal sahibi bensem, bunları istemediğim, tanımadığım ve çöplüğe attığım bilinsin… Attıklarım, aldıklarımdan çok olan eski şiirlerimi yenileriyle demetledikten ve bu kitapta derledikten sonra meydana gelen şu kadar parça şiir, şu âna kadar şairliğimin tam ve eksiksiz kadrosu oluyor. İşte şiir kitabım, bu, hepsi bu kadar; ve bu kitaba gelinceye dek baş­ka hiçbir şiir, bana, adıma ve ruhuma mal edilemez. Buna rağmen nasıl kitaplık çapta bir eser vücuda geldiği, meydan­da…

Bu eski dileğim de, o zaman değil, galiba bu defa ger­çekleşmiş bulunuyor.

Yıllardır şiir kitabı neşretmeyişim ve şiire zahirde biraz seyrek el atışım, bazı nâdanlara, benim şiiri bıraktığımı vehmettirmişti. Eğer büsbütün dilsiz ve hareketsiz kalsaydım, bu nadanlar, benim bulut üstünde, esrarlı bir laboratuvarda, sihirli inbiklerden şiir süzmekle meşgul olduğumu sanacak­lardı. Fakat beni fikre ve politikaya kaymış bulanlar, şiir ye­rine gücümü nelere harcadığımı görmekten midir, nedir, ka­ba bir hükme vardılar:

 -Sabık şair! Şiirine yazık etti!

Bunlar görmüyor ve anlamıyorlardı ki, benim fikir ve politika yoliyle gerçekleşmesi için, savaştığım şey, bizzat şii­rimin muhtaç olduğu insan ve cemiyet iklimidir. Ben böyle bir iklimin inşâsı cehdine bağlıyım. Bizzat şiir anlayışım bu­nu gerektiriyor.

Biraz evvel işaret etmiştim ya:

Cemiyet gövdesinde şair, nazik ve tezatlı kaderi icabı, ya hayat rehberi bir hükümdar kafası, yahut Dârülaceze malı bir dilenci ayağı… O kendi üstün memuriyetine doğru yük­seldikçe, şiirini “Mavi Sakal”ın odası gibi bir halvet bucağın­da mahfuz tuttuktan sonra, saraydaki başka odaların da teftiş hakkını yerine getirmekle mükellef…

Belki nihaî mânâda mes’ut ve mefkûrevi bir cemiyette şaire bu iş düşmez. Fakat ulaşılmaz bir gaye olan böyle bir cemiyet zaten bu dünyada hayal edilemezken, bir de, bizim cemiyetimiz gibi her mânânın en hor ve hakir seviyeye dü­şürüldüğü bir toplulukta şairin vazifeleri, düşünün, ne kadar çetin ve büyük!..

Bu vazifeler, taş kömüründen süzülen gaz ve katran gi­bi, herhangi bir maddenin, asli cevheri etrafında ifraz ettiği müştak nesnelere benzer. Müştaklarını verene, asli cevher­den mahrumluğu nasıl söylenebilir? Bir de, öz madeni yalnız bu müştaklardan ibaret olanlar var ki, onlar ya san’at, ya fikir asliyetinden mahrum, küçük esnaf… Asli cevhere sahip bulunanlar için onun müştaklarını vermek faaliyeti içinde, o cevheri, nadirlikle beraber gittikçe ıstıfaya ve olgunluğa gö­türen bir sır da yok mudur?

Eserini, dil ve damak, his ve şuur sahibi insan için veren arının balı etrafında nasıl insandan çok sinek görünürse, kıymetler piyasasında akıllıdan fazla ahmak birikmesi tabiîdir. Mahut hüküm sahipleri ise sinek de değil, kim bilir ne?

Ben şiiri, her türlü hasis gayenin üstünde, doğrudan doğruya kendi zat gayesine – san’at için san’at-, fakat kendi zat gayesinin sırrıyle de Allah’a ve Allah dâvasının topluluğuna -cemiyet için san’at- bağlı kabul etmişim… İşte kitaplık çapta zuhuruma kadar beni bekleten ve bu zuhura mânâda ve maddede şekil veren baş ölçü!..

Biz şiiri iman için bilmişiz; ve bu mihrak bilgiyi, her bil­ginin geçtiği binbir yol ağzı biliyoruz.

Dilimin ucunda tek nükte kaldı:

Allah’ın kâinata Efendi olarak yarattığı, insan ehramı­nın zirve taşı, ve şair…

Efendimiz, Kurtarıcımız, Müjdecimiz, Gaye-insan ve Ufuk-Peygamber… O ve şair…

O, her şeyimiz, her şeyimiz, her şeyimiz; topyekûn varlık nimetinin her şubesiyle beraber (Poetika)mızın, şiir telâkkimizin de kaynağıdır. Bu inceliği (Poetika)mızda gös­terdik.

Ve şair demek, Gaye-insan ve Ufuk-Peygamberi, Kâinatın efendisini, Allah’ın Sevgilisi’ni sezmeye doğru hususî ve ileri bir istidat…

Birçoklarınca O’na bağlanmadan Allah’a bağlanmak mümkün… Fakat bizce Allah’a bağlanmanın yolu, Allah’ın iradesiyle yalnız O’na bağlanmak olduğuna göre, şiirin tahsi­si gibi muhteşem bir dâvada O’nu, kendi yüzü suyu hürme­tine yaratılmış olan kâinatın ta merkezinde görmemek ne mümkün?.. Üstün idrak müessesesi şiir, ilk borç olarak, elinde kâinat sırlarının anahtarı, O’nun hilkat sırrının ve Kâinat Efendiliği makamının eşiğinde dize gelecektir.

Şiir bu mukaddes eşiğin süpürgesi; şair de boynundaki süpürücülük borciyle insanoğlunun en yüksek rütbelilerinden birisi…

Ben, bu rütbelerin en yükseği içinde, O’nun ümmetlik li­yakatinin en alçak ferdi olarak, o mukaddes eşiğin süpürücüsüyüm!

Kendimi böylece takdim ederim!

Necip Fazıl Kısakürek

(Çile,  Büyük Doğu Yay. Nisan 1998,)