İster tiyatro yazarı, ister romancı yahut hikâyeci isterse şair olsun, edebiyatcı, nevişahsına münhasır olanı gözler önüne sermek isterken, filosof, insanlığın ortak paydasını yahut paydalarını vazetmenin peşindedir. Şu durumda edebiyatcı öznellik belirlenimine tâbîdir. Kişinin psikolojisi yahut psikososyolojisiyle ilgilidir. Oysa en kapsayıcı düşünce yapılanışı olan sistemin inşâacısı filosof-bilimadamı, kişinin tekliğini tebârüz ettiren özellikleri değil, insanlar arasındaki mihveri tesbit çabasındadır. Bu mihver, düşünme sürecinin kurallılığını kendisine atfettiğimiz akıl ile zihin yapılarının bütünlüğünü ifâde eden dimâğdır.

Akıl, zihne hükmeder. Aklın işleyişini düzenleyen kurallar ile geçerliliğinin sınırlarını, felsefenin merkezi konumundaki metafizik, tayîn ve tesbit eder. Metafiziğin bu gördüğü görev (Fr fonction), bir transsendental araştırmadır. O hâlde filosofun öncelikle metafizikci çeşidi, ilk elde, transsendentallik araştırmacısıdır.

Gerek bireysel gerekse toplumsal düzlemde insan yaşamasının temelini ahlâk teşkîl eder. Bunun nirengi noktalarını, esâslarını ilahî tebliğ vazeder. Yapıyı sistem tamlığınaysa, transsendental akıl çerçevesinde düşünen metafizikçi filosof erdirir. Psikolojik değil de, transsendental aklın[1] araştırılması, bizlere doğa olaylarının algısından bağımsız bir alan olan ahlâkın belirlenimini sunar. Gerek bireysel gerekse toplumsal düzlemde insan yaşamasının temelini ahlâkın teşkil ettiği daha önce bildirilmiştir.

Doğa olaylarının algısından bağımsızca transsendental akıl, ahlâk sistemini kurarken numenon alanında hareket eder. Buna karşılık, doğa olaylarına ilişkin algıların, zihin yoluyla sistemli değerlendirmelerinin sonucunda bilimi inşâa ederken transsendental akıl, fenomenler dünyasında iş görür. Her iki 'deniz'den 'insan teknesi'ni geçiren 'kılavuz kaptan' (pilot) 'akıl'dır. Kaptanın buyruğundaki 'serdümen' 'metafizikci'dir. 'Süvâri'nin[2] kesinlikle tahammül gösteremeyeceği hâl ile tavır, lâubâlîlik ile oynaklık demek olan duygusallık ile öznelliktir. Filhahîka denizin hiç mi hiç şakası yok. İşte bundan dolayı serdümen, kendini 'eli işde gözü oynaşta' lüksüne kaptıramaz. Serdümen konumundaki metafizikçi, kendi öznelliğini tebârüz ettiremez, yanî kendinden bahsedemez. Etse bile, bunu, kendi öznelliğini teşhir edip vurgulamak için yapmaz; "insanlığın refahı ile haysiyetine ilişkin esâsları belirlemeğe yönelik..." evrenselliğin çıkış evresi olarak kullanmak üzre yapar ancak. Nitekim öncelikle Alman felsefe(-bilim) geleneğinde önermelerin, çoğunlukla birinci çoğul şahıs fiillerle[3] kurulmalarının esbâbımucibi budur.

"İnsanlığın refahı ile haysiyetine ilişkin esâsları belirlemek", ahlâkın temelinde yatan adâlet ilkesi gereğidir. Bir felsefe-bilim sisteminin meşrûuluk kıstası, vazedilmiş olan ilkeye uygunluk derecesidir. Bahsi geçen ilkeye dayalı ahlâk sistemi çıkışlı hukuk nizâmı yahut nizâmları meşrûudur. Adâletten hareket edip yine ona varmağı hedef bilen ödev ahlâkıdır. Böyle bir ahlâkın sâiki "iyiniyet"tir. Bunun aksi vukûu bulursa, "... doğru vargılara ulaşmak yerine, sonsuz sınırsız yanılgılara düşmek işden bile değildir"; yanî sonuç, "insanlığın refahı ile haysiyeti" hedefinden şaşan felsefe-bilim sistemi 'hilkat garîbesi', hüsrândır.

1. Felsefe-bilim sisteminin olaylar dünyasıyla sınırdaş bölgesi bilimdir. Dinle hududu çeken yörede sistemin merkezi olan metafizik bulunur. Öyleyse felsefe-bilim sisteminin sahası, dinin numenon âleminden olaylar, fenomenler dünyasına dek uzanır.

Dinde Azîz Augustinus"un bildirdiği üzre, inanç,[4] düşünceden öncedir.[5] Vahiyle bildirilen temel inançlara,[6] imân,[7] denilir. İmân, inanmanın, böylelikle de düşünmenin[8] kılavuzudur (L dux). Başka bir anlatımla, belli bir konu etrâfında dönen, kenetleşip bağlaşan düşünmeler, inancı oluştururlar. Düşünme bireyde cereyân eden cüzî bir süreçtir. Onun oluşmasını olabilir kılan toplumsal-kültürel (yanî 'numenal') ile doğal (demekki 'fenomenal') etkenleri ona taşıyan inançlardır. Böylece düşünme ile inanma iç içe yürüyen süreçlerdir. Sonuçta 'düşünme', 'inanma'; 'inanma' ise, 'düşünme' olur. Yalnız, her düşünme ediminden düşünce ortaya çıkar; inanç değil. İnanç, dokusu toplumsal olan, başka bir anlatımla, topluma mâlolmuş düşüncedir. Buna karşılık, 'inançlaşmamış düşünce', demek ki inanc-olmayan-yalınkat-düşünce, bireye ait, bireyseldir. Fakat bireyin kendisinin bir toplum varlığı olmasından ötürü, düşünceleri de, elbette inançlarla örülüdür. Zâten düşünceleri örerken kullandığımız malzeme toplum kaynaklıdır. "Güneş doğuyor" dediğimizde, sözgelişi, gece karanlığının kaybolmağa yüz tuttuğu sırada ufukta güneşin belirmesi olayının, toplum tarafından 'güneşin doğuşu' tarzında algılandığını yakın çevremizden öğreniyoruz. Anadille birlikte inançlar edinilir.

İnançlar, haddizâtında dimâğın 'astar'ı durumundadırlar. Bilumûm duyu verilerini inanc arkaplanına 'vurarak' anlamlandırıp algılarız. Bilumûm duyu verilerini inanc arkaplanına 'vurarak' anlamlandırıp algılamak suretiyle toplumsal temelli öznelliğimizi inşâaya koyuluruz. Bu durum, ömür boyu sürer. Sözünü ettiğimiz varolma-durumu-şartından[9] filosof dahî kendini vâreste tutamaz. Bu bakımdan felsefe-bilim sistemini kurarken filosof-bilimadamını harekete geçiren temel devingenler[10] öznel ve yereldirler. Araştırmalarını metafiziğin transsendental seviyelerine taşıdığı ölçüde ancak, filosof-bilimadamı, öznellik ile yerellik düzlemini aşıp öznellerüstü evrensel değerleri yakalar; bunlarla da nihâyet yapının inşâasını tamamlar.

İnsanın kurabileceği yapıların en karmaşığı ve müşkili, kurulduktan sonra da en zor anlaşılabileni, felsefe-bilim sistemidir. Zirâ bütün öteki fikrî ve maddî yapılar ile kuruluşlar, belirli bir felsefe-bilim sisteminden nemâlanır; nihâî değerlendirilişleri de yine onun sâyesinde mümkün olur. Kurulu belli bir felsefe-bilim sistemine dayanmıyorlarsa, belirli bir dönemde meydana getirilenler, kısa vadeli çarık çürük ve sallapati ürünler kalmağa hükümlüdürler. Böyle bir ortamdan ne esâslı bir hukuk ile siyâset, dolayısıyla da iktisât nizâmı ne de tarîfe uygun positif bilim yapılanmaları türeyip serpilebilirler. Deyim yerindeyse, ortaya çıkacak olan, olsa olsa bir 'gecekondu düzeni'dir.

2. İşin aslı esâsı, yaşadığımız gerçekliğin hakîkat arkaplanını arayıp ortaya çıkarmak olan felsefe-bilimin felsefe yakasının yüreği durumundaki metafiziğin anlaşılması zordur. Metafiziğin, ele aldığı sorunlu konunun[11] olağanüstü müşkil olmasının yanında, dili de 'tuzak'tır. Bilimin kullandığı kendine mahsûs özelleşmiş, hattâ özgülleş/tiril/miş, nihâyet câmianın dışında kalanlara kapalı bir ifâde tarzının tersine, felsefe dili, ilk bakışta, aklı başında 'mürekkep yalamış' herkesin anlamasına açıkmışcasına gelir. Tarihinkisi[12] gibi, felsefe okuması da, bu bakımdan, son derece aldatıcı, dolayısıyla tehlikelidir.

Matematik ile fizik-kimyanın, özgül bir biçimselliğe dökülmüş ifâdeleri vardır. İşte, belirli bir bilimin özgül-biçimsel-tıkız-ifâdelerine, Fransızca bir sözle, formule denir. Formulelü ifâdede kavram, tek asıl anlama indirilir. Biçimsel-tek-asıl-anlamlı-kavrama ıstılâh/terim denilir. Matematik ile fizik- kimyanın tersine, felsefenin özgül-biçimsel-tıkız-ifâdesi, demek ki formulelü anlatımı ile biçimselleştirilmiş ıstılâh/terim kullanımı bulunmaz. Felsefe, belirli bir genel geçer anadili kullanır. Bu anadilde geçen kavramları ihtiyâç duyduğu nisbette ele alıp irdeler. Bunları anlamca çözümler. Tek-asıl-anlamlara ulaşmak çabasındadır. Bilimden farklı olarak felsefenin terimleri salt-biçimsellik seviyesine vardırılamazlar. Bu yüzden de felsefe yapma sanatının dışından ona yaklaşanlar, onun kavramları işleme tâbî tutup anlamlandırışını kavrayamazlar. Böylesi işlemlere hep yabancı kalırlar. Gerek meslekten olmayan bu kabîl kişiler gerekse kötü felsefeciler, boş konuşur, söz canbazlığıyla iştiğâl ederler. Ayrıca, her anadil, felsefe yapma sanatına elverişli değildir. Bir dilin, felsefe yapma sanatına elvermesi için onun yüksek derecelerde kavramlaşmış ve dilbilgisi kurallarının schematique biçimde belirlenmiş olması zorunludur. Böyle olanlar, üstün medeniyet dilidirler. Öyleyse yüksek medeniyet seviyesine erişmemiş bir dilde felsefe yapılamaz. Şu da var ki, üstün medeniyet diline mâlik her toplum yahut millet, ille felsefe üretir diye bir kural yok. İnsan olaylarını genel yasalara bağlamağa yeltenmenin nice yanıltıcı sonuçlara götürebileceğini, bahsettiğimiz konuda da görebiliyoruz. Baraj ateşi açmışcasına insanlığı filosoflarla —ayrıca bilim adamlarıyla, şairlerle, bestecilerle de— bombalayan Almanların kavim ve yakın dil akrabâsı, kapı komşusu, yine üstün bir medeniyet diliyle donanmış Felemenklilerin, felsefede sesleri solukları çıkmamıştır. Gelgelelim, nice kâbiliyetli, meraklı ve istekli olunursa olunsun, elverişli dilden yoksun kalındıkca, felsefe yapılamaz.

3. Türkçeye gelince; o, bir yüksek medeniyet dilidir. Ama hangi Türkçe? Klasik, yanî Osmanlı Türkçesi. Bugünkü tahrîf olunmuş, iğdiş edilmiş, tam manâsıyla kirletilmiş sözüm ona Türkçe değil. Bundan dolayı, çalışmamızda dayandığımız, kavramları anlamca berkleştirilip tıkızlaştırılmış, dil bilgisi kuralları ile imlâsı belirgin kılınmış, uslûp zevki yüksek seviyelere erişmiş olan Klasik Türkçedir.

Yaşayan dil, yerinde saymaz. İdrâk olunan devrin berâberinde getirip karşımıza çıkardığı maddî, manevî ve fikrî yeni ihtiyâçları karşılamak mecbûriyetindedir. Bunun için var olan kelime köklerinden hareketle dil bilgisi kurallarına bağlı kalınarak elbette yeni sözler türetilir. Hattâ icâbı hâlinde kimi kurallar değişikliğe uğratılabilirler. Ama asla, kültürün düşünce ile duygu imbiğinden yüzyıllar boyu geçip gelmiş, zengin bir manâ ve anlam vukûfunu barındıran sözler, deyişler ile deyimler ve belirginlik kazanmış kurallar ve maşerî şuurda yer etmiş zevkler, siyâsî ve/ya ideolojik capriceler uğruna bir günden öbürüne terk edilemezler. Sanskritce, Çince, Yunanca, Latince, Arapça, Farsça, Fransızca, Almanca ile İngilizce gibi, felsefe dillerinin hepsinde gördüğümüz ortak payda, bunların az yahut çok muhâfazakâr oluşlarıdır. Muhafazakârlıkları yoluyla düstûrlaşmışlardır (Fr codifie). Düstûrlaşmamış dil, felsefeyi, dolayısıyla da onun türevi, bilimi taşıyamaz, yanî ifâde edemez. Bizim buradaki çabamız, ilk elde, Türkçenin düstûrlaştırılmasıdır. Türkçe derken, klasik medeniyetimizin temel dilleri olan Arapça ile Farsçadan edinilip kazanılmış değerler, bizim için artık ecnebî unsur değildirler. Dilimiz onları sindirmiştir. Fransızca ile İngilizce gibi, Avrupa dillerinden devşirilen değerlerse, alışıla gelinmiş zevkimize aykırı kaçtıklarından, dilimize batıverirler. Bununla birlikte, gereksediğimiz bir dil değerini, bütün arama ile taramalarımıza, rağmen, Türkçede bulamadığımızda, ister istemez, onu, Fransızca başta gelmek üzre, Avrupanın felsefe dillerinin birinden devşirmek zorunda kalıyoruz.

EKLER

EK 1

Meslek dilinin aldatıcılığı yüzünden, tarihçinin —demek ki aynı sebeple, felsefecinin de— düştüğü açmaz, güzîde tarihcimiz Sayın Mehmet Genç beğin naklettiği şu fıkrada ifâdesini vecîz tarzda bulmaktadr:

"1940'ların sonlarında Doğu Karadenizli köylü iş bulmak maksadıyla hemşehrisinin belediye reisi olduğu şehre varır. Belediyeye gelip reisin huzuruna çıkmak istediğini söyler. Ona reisin bilmem ne salonunda bulunduğu bildirilir. Bunun üzerine köylümüz, konserin verildiği o salonun yolunu tutar. içeri girer. Bakar; reis en ön sırada oturuyor; yanındaki boş koltuğu göstererek köylüsüne 'otur' der. O da, reisin yanına ilişiverir. Nihâyet köylünün, iş bulma derdine katlandığı o konser eziyeti de biter. Reis, köylüsüne dönüp niye oralara geldiğini sorar. O da, 'iş arıyorum' cevabını verir. Reis, 'peki, nasıl bir iş olsun?' diye sorunca, köylü, kendisine bunca eziyet çektirmiş orkestrayı kafasında şöyle bir canlandırıverir. Hem tek tek çalgılara hem de eliyle, soluğuyla yahut bir âletle onları seslendirenlere gözünün önünde resmigeçit yaptırır. Hayır, hiçbiri olmaz. Adamlar adetâ büyücü. Kafasında dâhîce bir kıvılcım çakmışcasına ânsızın köylüsü olan belediye reisine dönerek 'buldum!' der. 'O en önde tabureye çıkmış değnek sallayan adam var ya, işte, onun yaptığı işi istiyorum!' der."

İcrâası en kolaymış gibi gözüken iş, aslında en zor olandır: Orkestra yöneticiliği. Özgül 'meslekî lisân'ının (Fr jargon) bulunmaması yüzünden, felsefecilik, orkestra yöneticiliği gibi, herkesin, "a, ne basit; bunu, tabîî ki, ben de yaparım!" diye ortaya çıkıp meslekten olanların dışında kimsenin hakkını vererek becerebildiği bir iş değildir. İlk bakışta insana kolayca anlaşılır gözüküp de haddizâtında felsefe tarihinde en fazla 'diş kıran' çalışmalarsa, Eflâtun'un söyleşileridir.

EK 2

İslâmlaşmadan önce Türklerin iki genel geçer dili olmuştur: Göktürkce ile Eski Uygurca. Müslümanlığı benimsedikten sonraysa, yine iki klasik edebî dil geliştirmişlerdir: Doğuda Çağatayca; batıdaysa Osmanlı Türkçesi.

Yirminci yüzyıla gelindiğinde; onun ilk yarısında, Türkçenin anadil olarak yürürlükte bulunduğu ülkeler ile bölgelerde avâmın konuşma dili, imperyalismin ideolojik ve siyâsî gerekceleriyle, demekki iyiniyet ve aklıselimle kâbilitelîf edilemez biçimde, resmî ve hattâ edebî bildirişme aracı konumuna sokulmuştur.

[1] 'Transsendental akıl', İslâm düşüncesindeki 'aklıküll'ün karşılığı olarak kabul edilebilinir.

[2] Geminin sevk ile idâresinde birinci derecede yetkili ve sorumlu kişi.

[3] Buna karşılık, bireyselliği ululayan İngiliz, birinci tekil şahsı kullanmağı tercîh eder.

[4] Ar 'itikâd, tasdîk, zann; OrtL opinio

[5] OrtL "Fides prscedit rationem" (= "imân, akıldan öncedir").

[6] OrtL fides statutaria

[7] Ar ihlâs, i'mân; OrtL fides yahut fides sacra

[8] Ar tefekkür; L deliberatio; Fr reflechissement; Alm das Denken; İng thinking

[9] Alm Bedingung des Daseinzustandes; Fr condition de la situation existentielle

[10] Alm Grundtriebkrafte; Fr dynamiques fondamentales

[11] Fr theme problematique

[12] Bkz EK 1e

Şaban Teoman Duralı'nın, "Sorun Nedir” isimli kitabından alıntılanmıştır.