Türkiye’de Sosyal İlimlerin garip bir kaderi var: Dünyada, insan ve toplum ilimlerini geliştiren büyük ilim adamları Müslüman toplumlardan çıkmasına rağmen, anlaşılmaz bir şekilde Batıyı rehber alma durumuna düşmüşüz.

Böyle bir hata ve basiretsizliğin sebebinin, sosyal ilimlerimize temel olan ahlak, inanç ve geleneklerin yozlaşması olmasının payı oldukça yüksek.  Çünkü, sosyal ilimlerimiz, Said Halim Paşa’nın dediği gibi, din ve ahlakımız ile iç içe gelişmiş.

Aynı zamanda, İslam toplumlarında Sosyoloji ve diğer sosyal ilimler, sadece zihni ve fikri bir çalışma olarak değil, yaşama kültür ve felsefesi ile birlikte yoğrulmuş ve böylece hayatın bir parçası haline gelmiştir.

Buna karşılık, batı sosyolojisi daha çok felsefi teori planında kalırken, İslami anlayıştaki sosyoloji “fıkıh ilmi” olarak, hayatın her safhasında bir problem çözümü ilim olarak çok geniş uygulama alanı bulmuştur.

Türkiye ve batı etkisi altında kalan ülkelerdeki bilgilenme ve kültürlenme, batı çizgisinde geliştiği için, İslam din ve kültürünü benimseyen aydınlarda bile, “din-dünya ayrılığı fikri” bir moda olarak zihin dünyasını işgal etmiştir. Ve birçok Müslüman, farkında olmadan batının zihin kodlarını kendi inanç ve kültürü ile birleştirme yanlışını sürdürmüş ve halen de sürdürmeye devam etmektedir. Bu yüzden de olayları, Rönesans sonra batı mantalitesi ve kavramları ile açıklama hatasına düşmekten kendilerini alamamaktadırlar.

Mevlana’nın olduğu söylenen ve çok hikmetli bir söz, içinde yaşadığımız sosyal gerçekliği çok güzel acıkmamaktadır: “inandığınız gibi yaşamazsanız, yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız”. Bu sözden, alınacak çok önemli dersler olduğunu düşünüyorum.

Bu acı ve kabul edilmesi zor fotoğraf; bilgi ile inanç, ahlak ve değerler sistemi arasındaki ilişkinin kopmasıyla ortaya çıkan seküler ve modernist anlayışın problemli ve çelişkili durumunu göstermektedir.

O halde yapılacak iş; sosyal bilgiyi tarih, edebiyat ve fıkıh kültürümüz çerçevesinde yeniden düzenlemektir. Bu çaba, öncelikle köklü dini, tarihi ve edebi bilginin elde edilmesiyle sağlanacaktır.

Batı’nın sosyolojik bilgiyi, kendi toplumsal problem ve arayışlarını yansıtma vasıtası olarak ele aldığını biliyor ve sosyal olayları, bu ilimler ile çözmeye çalıştığını anlıyoruz.

Bu durum, onun insani ve sosyal meseleleri, teknik veya iktisadi bir konu gibi görmesinden dolayı ciddi çözümsüzlük ve karışıklıklarla yüz yüze gelmesine yol açmıştır.

Halbuki sosyal ilim, bir problem çözme kaynağı değil, “çözüm metodu takip etme yolu” dur. Çözümün kaynağı din, ahlak ve geleneklerin oluşturduğu değerler ve normlar sistemidir.

Değer ve normları, insanlar benimseyecek ve hayatlarında rehber olarak uygulamalarıyla bir sosyal sistem haline getirmiş olacaklardır. Değer ve norm haline gelmemiş bir düşünce, sadece teorik bir değer ifade eder. Fakat, herhangi bir problemi çözme imkânı sağlamaz.

Batılı Sosyal bilimcilerden Bruner’e göre; geleneksel ilimlerde bilginin yeri ve kabı insan aklı değil, en üst düzlemdeki ilâhî ilim’dir. Gerçek ilim, yalnızca insan aklına değil, gerçekliğin insan-üstü düzeyine sahip, fakat insan aklını aydınlatan ilme dayanır.

Eğer sosyolojiyi ve diğer sosyal ilimleri, Batı’daki ilim adamlar gibi, birbirinden ve hayattan kopuk felsefi teoriler gibi tartışmaya devam edip, sosyal sonuçlarına dikkat etmezsek, çözümsüzlükle karşı karşıya kalacağımızı bilmemiz lazım. Zaten, şimdiye kadarki durumumuz da bu değil mi?..

Prof. Dr. Sami Şener