Vakıflar bahsine başladığımız ilk sayılarımızda, bu mevzuun İslâm’a muhatab anlayış davasının en güzel örneklerinden birisi olduğunu, İslâm’ın Kur’ân ve Kur’ân hükmündeki hadislerden müteşekkil naslarından süzülerek şekillendirilen ve zaman ve zemine göre, yani ihtiyaçlardaki değişimlere nazaran, ana kaynakla illiyet bağın kaybetmeden sürekli yenilenen bir kurum halinde geliştiğini ifade etmiştik. Her devrin İslâm’a muhatab anlayışı var; o devrin ümmetinin kapasite ve ihtiyaçlarının tezahürü olan bu anlayış, bir sonraki devirde (bu bir nesil de olabilir, birkaç asır da) belirecek muhatab anlayışın kendini nisbet edeceği İslâm silsilesinin bir unsuru olur. Bu anlayışlar zamanîdir, mutlak değildir; çünkü beşerîdir. O yüzden kendilerini teksif ettikleri mesele, bir öncekini geçmek değil, Müslümanların dünya ve ahirete bakışlarını düzelterek problemlerini bütüncül ve tutarlı bir yaklaşımla çözmektir. Kimi zaman bu anlayış fıkhî mezhebler biçiminde, kimi zaman itikadî mezhebler biçiminde, kimi zaman “sistematik” tasavvuf biçiminde olmuştur. Kendi içlerinde ve aralarında bütüncül ve tutarlıdırlar; hepsi yekdiğerinin meşruiyetini kabul eder ve sorgulamaz.
Mezhebler üzerinden misallendirmek gerekirse; Mutlak kaynak Kur’ân ve o mutlaka dayanan, Müslümanlara rahmet olsun diye de hükmen mutlak fakat aynen mutlak olmayan sünnet… Bunlar “edille-i şer’iyye” denilen İslâm’ın dört ana kaynağının asıl taşıyıcı sütunları. Diğerleri, gerçek mânâsı sahabenin icmâı olan icmâ-ı ümmet ile müçtehidlerin ve fakihlerin görüşleri demek olan kıyas-ı fukaha… İslâm ümmetinin ferden ve ictimâen kendilerine göre tertib olunduğu, nihayeti İlahî Kelâm olan ve her biri üstündeki asla nazaran usûl teşkil eden bu kaynaklar, Hicri 2. Asırda form olarak tamama ermiştir; yani mezheblerin tesisiyle… Mezhebler, bu dört kaynağın sonuncusu olan müçtehid ve fakih görüşlerinin, yine ana kaynaklardan süzdükleri usûl kurallarından dolayı farklılaşmalarından hâsıl olmuşlardır. Yukarı cihette nasslara ve aşağı cihette hadiselere yönelik anlayışların bir zaman sonra birbirlerinden farklılaşarak ayrı noktalarda temerküz etmesi tabiidir. İşte amelî ve itikadî mezhebler, kurucu imamların getirdiği metoda göre ve üstlerindeki asıllarla nisbetlerini muhafaza etmek kaydıyla yeni hadiseler karşısında farklı bakış açıları geliştirilmesinden husûle gelmişlerdir. Kısa bir sürede birbirinden ayrı noktalarda muntazaman toplanmış, iç tutarlılığı olan görüşler bütünü halini almışlardır. Mezhebler, Müslümanların eşya ve hadiseleri tasarruf cehdinin bir neticesi halinde boy gösteren “olmazsa olmaz” kurumlardır. Mezheblerin varlığı hem gereklidir hem de kaçınılmazdır. Onlar, İslâm’ın hâlen devam eden hayatiyetinin usûl kaidelerinin konulduğu ilk örneklerdir; İslâm’a muhatab anlayışın sistematik olarak ilk ortaya çıkışını temsil etmektedirler. Mezheblerin kendi esas ve usulleri tayin olunduktan sonra yapılan, hayatın seyri içinde ortaya çıkan meseleleri, mezheb bütünü içine tenakuz teşkil etmeyecek bir biçimde yerleştirmekten ibaretti.
Vakıf bahsinin İslâm’a muhatab anlayış bakımından ne kadar mümbit saha olduğu herhalde anlaşılmaktadır. Bir de meselenin cemiyetle ilgili kısmına bakacak olursak; cemiyetler, kendi iç bünyelerinde “müsbet” istikameti benimseyerek varlıklarını sürdürebilirler. Müsbet istikameti vâz eden sadece hakiki din, yani İslâm değildir; nihayetinde cemiyete dair beşerî her görüş “müsbet” olmak durumundadır. Yani kendi dar dünyası içinde ve en asgarî seviyede beşeriyetten hisse almış bir kabileye dahi hitab etse içtimaî bir anlayış/din, onların kendi aralarında dayanışmasını, birbirlerine iyilik etmesini, birbirleriyle çatışmamasını emreder; aksi durumda en basit haliyle bile bir cemiyet kurulamaz. Ferdleri arasında düşmanlık ve kötülüğü teşvik eden içtimaî bir görüşün en küçük insan topluluğunu dahi bir arada tutması mümkün değildir. Hülasa kötülük üzerine birlik olmaz. Elbette bundan içtimaî birimlerin kendi iç bünyelerini kastediyoruz.
Cemiyet olmak, en küçük mikyasta bile olsa ancak müesseseleşme ile imkân dâhiline girer. Ruhî tekâmüllerini üst seviyelere taşımış ferdlerden müteşekkil cemiyetler ise, son derece hassas müesseseler oluştururlar. Aklın Allah tarafından etrafını çevirdiği şeyleri anlayabilecek bir biçimde yaratılmış olması, insanları sabitlere bağımlı kılmaktadır. Sabitler ise tarifler ile belirmektedirler. Kur’ân, aklın kendine referans alacağı sabitleri bildirir, onun muhtaç olduğu sarsılmaz zemini temin eder. Zaten İslâm’ın, içine bozulmuş semavî dinleri de katabileceğimiz cemiyete dair diğer tüm felsefî ekollerden temel farkı, değişmez sabitlere sahib bulunmasıdır. Müslüman, bu sabitlerle ruhî nisbetini kaybetmeden, yani onların emrettiği doğrultuda varlığı mecburi içtimaî müesseseleri sürekli yenileyen insan demektir.
Kaynak mutlak, fıtraten bünyesinde mündemiç sabitleri olmasına rağmen insan ise değişken... İnsan ile onun “Mutlak” olana nisbetini, çalkantılı denizde demirli bir gemiye benzetebiliriz. Gemi, bu denizde yitip gitmemek için demirinden kopmamak ve onu sürekli tamir etmek durumundadır; tıpkı mutlak ile münasebetini sürekli tazeleme ihtiyacında olan Müslüman gibi… Ferdler, manevî tekâmülle bu münasebeti her dem yenileme gayreti içinde bulunurlarken, cemiyetler de müesseseleri marifetiyle bu yenilemenin sürekli tezahür ettiği sahne olurlar. Her bir ferdin manevî ciheti ile cemiyetin maddî tezahürleri diyalektik bir etkileşim içindedir. Netice olarak, mutlak kaynakla nisbetini korumak kaydıyla mü’min sayısı kadar sayısız açılım imkân dâhilindedir. Elbette bunlardan bir kısmının galebe çalması da gayet tabiidir. Yine mezhebler bu vaziyete güzel misallerdir.
Vakıf, İslâm’ın siyasî, iktisadî ve medenî tarihinin en önemli müesseselerinden birisidir. Kur’ân’da doğrudan bir atıf bulunmasa da, hadislerde ve Ashab-ı Kiram’ın uygulamalarında bu müesseseyi açık bir şekilde görebilmekteyiz. Evet, İslâm’da ilk vakfı kuran, diğer her iyi şeyin ilkinin de kendisine ait olduğu Hz. Peygamber (SAV)’dir. Efendimiz’in bizzat yaptığı ve sahabelerine tavsiye ettiği vakıf müessesesi, daha Hülefâ-i Râşidîn devrinde hızla serpilmiş, Emevî ve Abbasîler zamanında İslâm topraklarının ciddi bir kısmı vakıf arazisi halini almıştı. Sonraki İslâm devletlerinde, bilhassa Selçuklu ve Osmanlı’da dünya tarihinde eşi görülmemiş bir noktaya geldiğini ve neredeyse tüm cemiyet mekanizmasının motor gücü olduğunu araştırmamızın ilerleyen bölümlerinde göstereceğiz.
Yazı dizimizin İslâm’da vakıf ana başlığı altında bu güne kadar, vakfın tarifini, vakıf hukukunda ve vakfiyelerde kullanılan tabirleri işledik. Bu ve bundan sonraki birkaç sayıda da vakfın şer’î dayanaklarını, Peygamber ve ashabının yaptıkları vakıfları ele alacağız.
Bu bölümde Mustafa Şentürk’ün “Vakıf Kültürünün Kur’ân’daki Referansları”, Nazif Öztürk’ün “Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır Gözüyle Vakıflar” ve Vecdi Akyüz’ün “Kutsal Metinlerimizde Vakıf Referansları” isimli eserlerinden faydalandık.
 
Kur’ân-ı Kerim’de Vakıf
Vakf veya ilk dönemlerdeki ismiyle habs tabirleri, kullandığımız anlamıyla Kur’ân’da alenen geçen tabirlerden değildirler. “VKF” ve “HBS” köklerinden türeyen az sayıda fiil bulunsa da, sosyal bir kurum ve onun hukuki nitelik kazanmış bir terimi olarak “vakf” ya da aynı anlamda kullanılan “habs” yer almaz. Kur’ân’da, iyilik etme, hayırda dayanışma, yoksul ve yetimlere yardım etme, maldan ihtiyaç sahiblerine verme yönünde müteaddit emirler bulunmaktadır. Bunların hepsi vakfın ana gayelerini oluşturan hususlardır.
Özellikle ahkâm tefsirlerinde vakıf konusunun ilk olarak Al-i İmran Sûresi’nin 92. Ayeti münasebetiyle işlendiğini görmekteyiz. Buna göre söz konusu “sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) harcamadıkça asla ‘iyiliğe’ ermiş (birr ve taat etmiş) olamazsınız” ayeti gelince; Hz. Ebu Talha (RA)’ın çok sevdiği Beyruha arazisini Allah yolunda bağışlama arzusunu Hz. Peygamber (SAV)’e bildirdiği rivayet olunur. Hz. Peygamber (SAV) de ona ‘aslını habsedip gelirini özellikle de akrabalarına bağışlamasını’ tavsiye etmiştir. Ebu Talha (RA) da bunun üzerine bu araziyi habs ve vakf etmiştir. Bu, Peygamber tavsiyesiyle yapılan ilk vakıf örneklerindendir.
Mustafa Şentürk’e göre vakfa delalet eden ayetlerin genel hususiyeti şöyledir: “Vakfa referans olarak gösterilebilecek bazı mefhumlarla vakıf arasında bir ilişki kurulabilir, ancak bu dolaylı bir ilişkidir. Bu mefhumları vakıf kelimesinin eşanlamlısı saymak ve hadis kaynaklarındaki “vasâya” bablarının tamamen vakfı anlattığını ileri sürmek doğru değildir. Vakıf, söz konusu bu mefhumları günlük hayata aktarmanın yorumlarından sadece birisidir kanaatimizce. Çünkü söz konusu Kur’ân kavramlarıyla vakıf arasındaki ilişki doğrudan Kur’ân tarafından kurulmamaktadır; bunun Müslümanlar tarafından kurulan dolaylı ve öznel bir ilişki olduğunu söyleyebiliriz. Ancak bu söylemimiz, kurulan bu ilişkinin temelsiz olduğu şeklinde anlaşılmamalıdır. (…) Ancak biz, bu ilişkinin aktardığımız çerçevede mutlak olmadığını ve bu sebeple tartışılabilir olduğunu söylemekteyiz. Bize göre -Fıkıh diliyle- bu kavramların sübutu kat’î ancak vakfa delaletleri zannîdir.”
Usûl-ı fıkıh kitablarında “delalet yönünden lafızlar” başlığı altında ayetten hüküm çıkarmada kullanılan yöntemler, nassın ibaresi, nassın işareti, nassın delaleti, nassın iktizası şeklinde ifade edilirler. Bu delaletlerin mertebeleri vardır ve buna göre nassın ibaresi işaretten, işareti delaletten, delaleti de iktizâdan daha kuvvetlidir. İslâm medeniyetinin, bir bütün halinde kendinden önceki silsileyle (muhatab anlayışlarla) doğru münasebet kurabilen bir İslâm’a muhatab anlayışla yeniden inşâ edilebileceğine vakıf kurumunun iyi bir misal olması işte bu yüzdendir: Vakıf anlayışı ve kültürüne Kur’ân’da doğrudan değil dolaylı, açık değil zımnî, başka bir ifadeyle de Kur’ân’ın “mantûkundan” değil, “mefhumundan” deliller bulunmaktadır. Bu delillerin üzerine bu güne kadar milyarlarca insanı alakadar eden bir yapı tesis olunmuştur. Bu deliller, iyilik ve yardımlaşma ile ilgili ayetlerdir.
Kur’ân’daki “birr/ihsan/iyilik” ayetlerine genel bir bakış
İslâm inancına göre insanların (Nas, 2), göklerin ve yerin (Bakara, 107), Ahiret Günü’nün mülkü/idaresi (Fatiha, 4), hâsılı mülkün tamamı Allah’a aittir (Mülk, 1). O’nun mülkte ortağı yoktur (İsra, 111) ve O, eksiksiz (Haşr, 23), gerçek ve mutlak maliktir (Taha, 114). Mülkü dilediğine verir, dilediğinden alır, dilediğini aziz, dilediğini de zem eder (Ali İmran, 26). Bu sebeple mutlak yardım ancak Allah katındandır (Enfal, 10) ve mutlak yardım istenecek olan sadece O’dur (Tevbe, 116); yardımcı olarak Allah yeter (Furkan, 31). Mü’minler bundan dolayı sadece Allah’tan yardım isterler (Fatiha, 5). Allah’ın peygamberlerine (Maide, 12), dinine ve kullarına yardım ederler (Ali İmran, 52) ve Allah’ın yardımının bu şarta bağlı olduğunu bilirler (Muhammed, 47). Kur’ân’da kötülük ve zulüm üzere birbirine “arka çıkıp” yardımlaşma değil, iyilik ve takva üzere yardımlaşma emredilmiştir. (Maide, 2)
Allah, mü’minler arasındaki münasebetin kardeşlik, dostluk, yardımlaşma, barındırma, diğerkâmlık üzerine olduğunu beyan eder. Buna göre mü’minler kardeştirler (Hucurat, 10) ve birbirlerinin dostlarıdırlar (Enfal, 72); dostlukları takva üzerinedir. Birbirlerini barındırırlar ve yardımlaşırlar (Şura, 39). Savaş gibi çok güç durumlar karşısında kenetlenirler (Saf, 4). Kardeşlerini kendilerine tercih ederler (Haşr, 9).
Mü’minler Allah için infakın kendilerinin bir lütfu değil, kendilerine Allah tarafından verilmiş bir lütuf olduğu şuuru ile “ihtiyaç fazlası mallarını” infak ederler (Bakara, 219). Onlar hayır ve iyilikte önde(r) olup (Vakıa, 10), yardımlarını başa kakmazlar (Bakara, 262). Ensar örneğindeki gibi verdiklerinden dolayı içlerinde bir rahatsızlık hissetmezler, kendileri muhtaç olsalar da kardeşlerini tercih ederler (Haşr, 9). Üstelik hidayetin Allah’ın elinde olduğu şuuruyla, infak edecekleri kimselerin dinlerini sorgulamazlar, sadece ihtiyaç durumunu gözetirler (Bakara, 272). Oysa kâfir ve münafıklar cüz’i bir yardımı bile esirgerler, mallarını harcadıklarında kerhen ve gösteriş için harcayıp onu da başa kakarlar (Maûn, 7) ve kendi inançsızlıklarını paylaşmayanlara yardımda bulunmazlar (Münafikûn, 7). Cimridirler ve insanlara cimriliği emrederler (Hadîd, 24). Yani inananlar mallarını Allah yolunda harcarlarken, inanmayanlar ise Allah’ın yolundan alıkoymak için harcarlar (Enfâl, 36).
Hülasa Kur’ân’da içtimaî yardımlaşma sadece tavsiye edilmemiş, zekâtta olduğu gibi emredilmiştir. Yardımlaşmanın ilk insandan beri devam eden bir vahiy geleneği olduğunu, yardımlaşma anlayışının somut ve hukuki uygulaması zekât ve sadakanın Hz. Peygamber (SAV) ile başlamadığını ve önceki peygamberlerde de bu uygulamanın bulunduğunu biliyoruz. Öte yandan Kur’ân’da zekât ve sadaka, salih amel, hayır, ihsan, birr, ma’rûf, infak, yetimi ve fakiri doyurmak, karz-ı hasen, köle azad etmek benzeri emir ve tavsiyelerin yanı sıra, Allah’ın yarattığı varlıklar için yardımlar yapılması da teşvik edilmektedir.
Gelecek sayımızda ilgili ayet-i celileler ile birlikte bu tabirleri açacağız.  

Baran Dergisi 465. Sayı