Geçtiğimiz iki sayıda bir kısmını sunabildiğimiz İslâm’da vakıfların tesisine meşrûiyet kazandıran ayetleri ve bu ayetlerdeki tabirlerin tarifini bu hafta bitiriyoruz. Kaynaklarımızı geçen sayımızda belirttiğimizden tekrarlamıyoruz. Şimdi sırasıyla tabirlerimize bakalım.

Zekât
İslâm’ın beş temel esasından biri olan zekât, Kur’ân’da bir diğer ibadet namazla birlikte çokça zikredilir. Zekât, başta muhtaç ve yoksul kimseler olmak üzere belli kesimlere verilmesi gereken zenginin servetinden bir paydır. Miktar ve hak sahibleri, zekâtı veren kimsenin keyfine bırakılmamış, bizzat mülkün mutlak sahibi tarafından belirlenmiştir. Sadakadan farklı olarak zamanı ve hesabı belli, yerine getirilmediği takdirde vebali olan bir farzdır.

Peki, zekât kimlere veya nerelere verilir?

Peygamber Efendimiz (SAV) bir hadislerinde “Bana zekât ver” diyen birisine söyle buyurmuştu: “Yüce Allah zekâtın verileceği yerler hususunda ne bir peygamberin, ne de bir başkasının hükmüne razı olmayarak, onunla ilgili hükmü kendisi verir. On sekiz sınıfa taksim etti. Eğer o sekiz sınıfın içinde isen sana hakkını veririm” (Ebu Davud, Zekât: 24; Müsned, 4: 169)

Zekâtı farz kılan Cenab-ı Hak, onun nereye verileceğini de kendisi tayin etmiştir: “Sadakalar (zekâtlar) Allah’tan bir farz olarak ancak, yoksullara, düşkünlere, (zekât toplayan) memurlara, gönülleri (İslâm’a) ısındırılacak olanlara, (hürriyetlerini satın almaya çalışan) kölelere, borçlulara, Allah yolunda çalışıp cihad edenlere, yolcuya mahsustur. Allah pekiyi bilendir, hikmet sahibidir.” (Tevbe Sûresi, 60. Ayet )

Bu ayette geçen sekiz sınıfı açıklayarak zekât verecek olanların bilgilerini de tazeleyelim:

Fakirler ve miskinler: Hanefilere göre fakir, nisap miktarı mala sahip olmayan kimsedir. Miskin ise hiçbir şeyi olmayan kimsedir. Buna göre miskin, fakirden daha muhtaçtır. Şafiilere göre ise, fakir hiçbir mal ve kazancı olmayan kimsedir. Miskin de, malı veya kazancı olup da geçimine kâfi gelmeyen, yani gideri gelirinden fazla olan kimsedir. Buna göre fakir miskinden daha muhtaçtır. Peygamber Efendimiz (SAV) de bir hadislerinde miskinle ilgili olarak söyle buyurmuştur: “Miskin, bir iki hurma veya bir iki lokma ile geri çevrilen değildir. Asıl miskin, insanlardan bir şey istemediği için onlar tarafından durumu bilinmeyen, bu sebeple kendisine bir yardımın yapılmadığı kimsedir.” (Ebu Davud, Zekât: 24; Buhari, Zekât: 53; Müslim, Zekât: 101 )

Bilhassa fakir talebeler, zekâttan aslî pay sahibidirler. Elbette zekâtta ön şart, Müslüman olmak…

Zekât Memurları: Zekât mallarının toplanması, korunması, hesaplarının tutulması ve layık olanlara dağıtılması için devlet başkanı veya yetkili kıldığı kimse tarafından görevlendirilen kişidir. Bu çalışma karşılığında alınan bir ücret olduğundan, zekât memurunun zengin olması zekâttan hisse almasına engel değildir.

Müellefe-i Kulûb: Gönülleri İslâm’a ısındırılanlar demektir. Bunlardan bazıları yeni Müslüman olmuş inançları zayıf olan kimselerdir. Peygamber Efendimiz (SAV) İslâm’a ısınmaları için onlara zekâttan pay vermiştir. Mesela Uyeyne bin Hisn ile Akra bin Habis, Hz. Peygamber (SAV)’in bu gaye ile hisse verdiği kimselerdendi. Fakat Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer (R. Anhum) müellefe-i kulûba zekât vermemişlerdir. Hz. Ömer (RA), zekâttan hisse isteyen Uyeyne bin Hisn ve Akra bin Habis’e “Resûlullah (SAV) kalplerinizi İslâm’a ısındırmak için size hisse veriyordu. Artık Allah, dinini güçlendirmiştir. Müslüman kalmaya devam ederseniz ne ala, aksi takdirde bizimle sizin aranızda kılıç vardır” demiştir. Hanefiler, müellefe-i kulûba zekât verilmeyeceği görüşündedir. Âlimlerin çoğunluğuna göre ise, müellefe-i kulûba ihtiyaç anında günümüzde de zekât verilebilir. Şafiilere göre kâfir olanlara zekât verilmez.

Köleler: Efendisiyle hürriyetine kavuşmak üzere anlaşan köleler de, kendilerine zekât verilebilecek gruplardandır.

Borçlular: Hanefilere göre borçlu, borcu olan ve borcundan başka nisap miktarı mala sahip olmayan kimsedir. Şafiiler ve diğer mezhep imamları da borçluyu, kendisi için borçlanan kimse ve toplumun menfaati için borçlanan kimse diye iki kısma ayırmışlardır. Bunlara da zekât verilebilir.

Allah yolunda cihat edenler (Fi sebilillah): Allah’ın dinini ve dince mukaddes tanınan şeyleri korumak, Allah’ın ismini yüceltmek için mücadele eden kimselerdir. Bunu sadece maddî cihad olarak anlamamak gerekir. Manevî cihad edenlere de zekât verilir.

Yolcular:Parasızlık sebebiyle yolda kalmış olanlardır. Memleketlerinde zengin olsalar dahi böylelerine zekât verilir.

İslâmî esasları yaşatmaya matuf ve İslâm hukukunda etraflı bir şekilde vuzuha kavuşturulmuş “zekâta müstehak kesimlere” hizmet götüren vakıflara zekât vermek caiz midir? Genel kanaat bunun caiz olduğu yönündedir; ancak muhalif olanlar zekâtın doğrudan verilmek istenen kişinin eline teslim edilmesi gerektiğini söylemektedirler. Eğer vakıf tarafından zekât verilmek istenen kesime ulaştırılacağında şüphe yoksa zekâtın vakıflara verilmesinde bir beis yoktur. Tabii burada esas olan, vakfın tamamen dinî gayelerle hizmet yürüten “hayrî vakıflar” tasnifi içinde bulunmasıdır. Ayette geçen “fi sebilillah” tabirinin Müslümanlar tarafından vakıf teşekkül ettirilmesi suretiyle fiilen yorumlandığını ve bu kurumlar marifetiyle bu tabirin müesseseleştirildiğini rahatlıkla ifade edebiliriz. İslâm tarihi boyunca vakıfların işlevine baktığımızda gördüğümüz, elbette asla musallat istisnaları hariç, Allah yolunda hizmetten başka bir gaye gütmedikleridir.

Bu hususta iki görüş verelim. Birincisi, Hanefi mezhebi âlimlerinden İmam Kasani’nin “Bedaiu’s-Sanai” isimli meşhur eserindeki zekât ayetinde bahsi geçen “fi sebilillah” tabiriyle alakalı görüşü: “Allah yolunda olanlardan maksat, Allah’a yaklaştıran HER ŞEYdir. Eğer ihtiyaç varsa bu mânâya, Allah’a itaat yolunda çalışan herkes ile bütün HAYIR YOLLARI girer.” İkincisi ise İmam Razî’nin “Tefsir-i Kebir”indeki görüşü: “Fi sebilillah tabiri umumidir. Bu tabir sadece gazilere mahsus değildir. Zekât BÜTÜN HAYIR YOLLARINA verilebilir. Ölülerin teçhiz ve tekfini, kale ve cami yapımı da bu tabirin içine girer.”

Sadaka
Kur’ân’da yer yer zekât için de kullanılan sadaka terimi, gönüllü olarak veya dinî bir vecibeyi yerine getirmek üzere, ihtiyaç sahiplerine yapılan maddî yardım olarak tanımlanmıştır. Ancak sadaka teriminin literatürümüzde daha çok belirli bir vecibe tarzında olmayan gönüllü bağış anlamında kullanıldığı da göz ardı edilmemelidir. Bu anlamda, farz olan zekât ve vacib olan fitre dışındaki tüm maddî, hatta manevî yardımlar sadaka tarifi içine alınmıştır. Bu yüzden sadaka, vakıf kurumunun Kur’ân’daki en önemli dayanağıdır diyebiliriz. Kur’ân’da sadaka ile alakalı onlarca ayet bulunmaktadır. Bu ayetlerden sadece birisini sunmak sanırız yeterli olacaktır: “Allah faizi mahveder, oysa sadakaları bereketlendirir. Allah günahta ve inkârda direnen hiç kimseyi sevmez.” (Bakara, 276)

Muhtaçları Doyurma/it’am

Yoksulu, yetimi ve esiri sadece Allah rızası için doyurmak, doyurdukları kimselerden herhangi bir karşılık ve teşekkür beklememek, Kur’ân’da ebrâr kavramıyla ifade edilen iyi insanların bir özelliğidir. (İnsan, 8-9) Dünya tarihi boyunca kurulan tüm vakıf veya benzeri kurumların, bilhassa da İslâm vakıflarının en temel gayesi, muhtaç durumda bulunanları doyurmaktır. Vakfın Kur’ân’daki karşılığını bu cihetten de görebilmekteyiz. Kur’ân’da, özellikle kıtlık durumunda yetimi ve hiçbir şeyi olmayan yoksulu doyurmak sağduyulu insanların bir hasleti olarak zikredilmektedir. (Beled, 12-18) Yetime ikram etmemek, yoksulu doyurmayı teşvik etmemek kınanmış (Fecr, 17-18), yoksulu doyurma arzusu taşımayan ve en küçük bir yardımı bile engelleyen kimselerin ahiret inançları sorgulanmıştır. (Maun, 3, 7) İlahi irade tarafından kurban ibadetinin amaçlarından biri yoksulu doyurmak olarak belirlenmiştir. Yine bilindiği gibi yemin ve zıhar kefareti ile ilgili olan had cezalarının tazmin yollarından biri yoksulu doyurmaktır. (Hac, 28, 36)

Güzel Borç Verme/Karz-ı Hasen

Kur’ân’da birçok ayette mecazî bir anlatımla Allah’a güzel bir şekilde borç vermekten (karz-ı hasen) söz edilir. Bu ayetlerde karz kelimesi zekât ve peygamberlere destek olmak (Maide, 12), zekât ve hayır (Müzzemmil, 20), infak (Hadid, 11) ve de sadaka (Hadid, 18) ile irtibatlandırılmaktadır.

Yukarıda aktardığımız mânâları göz önüne alındığında, Kur’ân’da “Allah’a güzel borç verme” şeklinde ifade edilen mecazî karz-ı hasen ifadesi, Allah rızası için O’nun kullarından muhtaç kimselere verilen borcu da içine alabilecek şekilde, geniş anlamda “Allah yolunda yapılan harcama” olarak anlaşılabilir. Temelde, borçluyu taciz etmeden, sadece Allah rızasını gözeterek borç verme şeklinde tanımlayabileceğimiz karz-ı hasen, ayrıca “bir kimseye tüketim amaçlı olarak para veya misli eşya türündeki bir malı ödünç vermek” şeklinde de tarif edilmektedir. Doğrusu karz-ı hasen davranışı, İslâm iktisat anlayışının da temelini oluşturmaktadır. Her işini Allah rızası için yapan ferdlerden müteşekkil bir topluluk içindeki malî münasebetlerin faiz ile değil de karz-ı hasen ile yürütüleceği aşikârdır. Elbette ancak böylesi bir cemiyette fonksiyonlarını azamî bir biçimde yerine getirecek vakıflar da karz-ı hasenin en güzel örnekleri olacaklardır. Diğer taraftan, Osmanlı’da sadece karz-ı hasen ile borç verilmesi için tesis olunmuş vakıflar da bulunmaktaydı.

Allah yolunda yapılan harcamanın Allah’a verilen bir borç olarak anılması, bu fiilin Allah katında karşılıksız kalmayacağına, sevap ve mükâfat olarak geri döneceğine dair ilahî bir vaad şeklinde tefsir edilmektedir. Bu fiilin “güzel borç verme” diye vasıflandırılması ise harcamanın riya ve dünyevî beklenti karıştırmadan sırf Allah rızası için ve helal maldan yapılmasının gerektiğine ve böyle bir davranışın güzelliğine işaret etmektedir.

Köle Azad Etme/Fekkü Rakabe ve Tahrirü Rakabe

Kur’ân’da (Bakara, 177) boyunduruk altında bulunanlara, yani köle ve esirlere hürriyetlerine kavuşturmak da dâhil maddi yardımda bulunmak “gerçek iyilik” kapsamına alınmakta, bu durumda olanları gönüllü olarak hürriyetlerine kavuşturmak teşvik edilmektedir. Köle azad etme Kur’ân’da, bir yerde geçen fekk lafzı dışında tahrir tabiriyle de ifade edilmektedir. Kur’ân’da tahrir tabiri kullanılarak sözleşme yoluyla hürriyetlerini kazanmak isteyen köle ve cariyelerle anlaşma yapılması ve bu konuda zorluk çıkarılmaması emredilmektedir. Öte yandan Kur’ân’da hataen adam öldürme, yemin ve zıhar kefaretlerinde köle azadı şart koşulmuştur. İslâm hukukunda birçok kefaret için köle azadı emredilmiş, hatta Kur’ân’ın ilgili hükmünden hareketle zekât gelirlerinden ödenek ayrılmıştır.

Kur’ân’da boyunduruk altındaki insanları kurtarmak anlamındaki “fekkü rakabe” şeklinde yer alan ifade dar ve geniş olmak üzere iki türlü tefsir olunmaktadır. Dar anlamda köleye bakmak, köle azat etmek veya bu yönde maddî harcama yapmak, geniş anlamda ise ağır borç yükü altında bulunan kimsenin bu yükünü hafifletmek veya kaldırılmasına yardım etmek mânâları bulunmaktadır. Bu noktada İslâm tarihi boyunca kurulan vakıfların bir kısmının gayeleri arasında köle azadı olduğunu belirtmek gerekir. Hakikat şu ki, araştırmamız boyunca “insanları köleleştirmeyi kendisine gaye edinmiş bir HAYIR kurumuna” tesadüf etmedik. Ancak tersi, yani köle azadı için kurulmuş vakıf veya benzeri kurumlara rastlanılmaktadır.

Netice olarak, aktardığımız salih amel, hayır, ihsan, birr, ma’ruf, infak, yetimi ve fakiri doyurmak, güzel borç vermek/karz-ı hasen, köle azad etmek/fekkü rakabe gibi iyilik ve yardımlaşmayı tavsiye eden tabirler, dilimizde kullandığımız iyilik ve yardımlaşma terimleri gibi, mânâlarına sınırlama getirilmemiş çok kapsamlı mefhumlardır. Bunlar, birbirlerinin mânâ alanlarına girip birbirlerinin yerine de kullanılırlar.

Bu çerçevede vakıf veya habs kelimeleri tabir olarak Kur’ân’da geçmese de, mânâen bu müesseseye delalet eden yüzlerce ayet mevcuttur. Yani vakıf anlayışı, eski deyişle, “Kur’ân’ın mantûkunda zımnen, mefhumunda ise alenen mevcuttur.” Bu yüzden olsa gerek, vakfiyelerde de bu ayetlerden biri veya bir kaçına yer verilmesi adettendi. Yalnız uygulamanın kaynağı, nasslara bakıp onları “fehmeden” Müslümanlar olduğundan, vakıflar hükmen mutlak değildirler ve her daim değişime tâbidirler. İslâm tarihi süresince bu değişimden ziyadesiyle nasiplerini almışlardır ve bu değişimde maksad daima Müslümanların faydası olmuştur.

Gelecek sayı vakıfların şer’î dayanakları konusunu Peygamber Efendimiz (SAV)’in sünnetinde vakıf bahsi ile sürdüreceğiz.

Baran Dergisi 467. Sayı