Bilginin kategorileştirilip tanımlanması (ilimlerin tasnifi), son iki asra münhasır bir hadise değildir; Eski Yunanda Aristo ile başlatılan insanların bildiklerini belli bir sistem içerisinde kategorize edip adlandırması teşebbüsünün daha iptidaî şekillerini bundan dört bin yıl öncesinden başlayarak Mezopotamya, İran, Hint, Çin ve hatta Amerikan yerlilerinin medeniyetlerinde görmekteyiz. Tezimizin konusu olan, ferdî ve içtimaî hayatın ayrılmaz parçası iktisadın bu tasniflerde olmaması düşünülemez. Sureta farklı tezahür etse de, iktisada dair bilgi hem de enikonu bir şekilde tüm medeniyetlerde mevcuttu; genelde ahlâk ve devlet idaresi ilimlerinin kapsamı içerisinde ele alınıyordu. Bu sayımızda iktisad tabirinin tekâmülü bahsini tamamlayacağız. Geçen hafta yaptığımız iktibası sürdürüyoruz.

<<Bir anlamda, Avrupa’yı izleyen Osmanlı Devleti’nin de, 19. yüzyılın ikinci yarısının başından itiba­ren, pozitivist eğilimlerin etkisi altında, Anglosakson dünyanın, bağımsız bir bilim olduğunu anlatmak için “Economics” olarak adlandırdığı bilime “İktisad” adı­nı karşılık olarak kullanmaya başladığını söylemek mümkündür. Çünkü Avrupa’da 1760’lardan itibaren iktisadî fi­kir hareketleri doğmaya başlamıştır. Arkasından Tan­zimat (1839) ve Meşrutiyet dönemlerinde Mülki­ye Mektebi’nde, Maliye Mektebi’nde, Darülfünun ve Maliye Memurları Mektebi’nde iktisad derslerinin ve­rilmesine girişilmiştir.

Mekteb-i Mülkiye’nin 1859 yılında açılmasını icâb ettiren sebepler arasında, hükümetin, kifayet edecek mertebede “Ekonomi Politik”e aşina adamlar yetiştirerek taşra memuriyetlerinde on­ların istihdam olunmaları...” şeklindeki anlatımlarıyla ilk ola­rak iktisad öğretimine ihtiyaç duyulması da yer almak­tadır. İşte, 1859’da kurulan Mülkiye Mektebi, iktisadî eğitim tarihimiz bakımından ilk örneği teşkil ettiği için çok önemlidir. Mektep programında iktisad öğrenimi “Ekonomik Politik” adıyla ikinci sınıftaki dersler arasında sıralanmış ve ilk ekonomi politik dersinin de, Emin Efendi tarafından verildiği belirtilmiştir.

Akabinde 2. Abdülhamit tarafından, I. Meşrutiyet Dönemi’nde, 1877 yılında Mekteb-i Mülkiye genişletilip yenileştirildiğinde, iktisad öğrenimine “İlm-i Servet”, arkasından “İlm-i Servet-i Milel” adlarıyla yer verilmiştir. Bu derslerin de, Sakızlı Ohannes Efendi tarafından öğretildiği kaydedilmektedir.

Yine, 1878 yılında, Sadrazam Sait Paşa tarafından Divan-ı Muhasebat binasında bir Ma­liye Mektebi ya da Maliye Kursu açılmış, iktisad dersi “İlm-i Servet” adıyla ve Ohannes tarafından idare edilmiştir. Ayrıca aynı yıl, yani 1878’de açılan Hukuk Mektebi ile 1894’de açılan Ticaret Mektebi programlarında da İlm-i Servet adlı bir ders okutulmaktadır.
El-Harezmî ve İbni Sina gibi Aristo geleneğine bağlı kalarak, Taşköprüzâde Ahmed Efendi ve Kâtip Çelebi gibiler, eve ait işlerin bilgisi anlamında iktisad bilgisine “İlm-i Tedbir-i Menzil” adını vermişlerdi. Tanzimat ile İlm-i Tedbir-i Menzil yerine “Ekonomi Politik” kullanılmaya başlanmıştı. Ancak, İlm-i Tedbir-i Men­zil teriminin, Ekonomi Politik terimini karşılamadığı düşünülmekteydi. Ekonomi Politik terimini karşılama arayışları sürüyordu. Onun için, Serendi Arşizen ve Aleko Suço, “Tasarrufât-ı Mülkiye”yi ilk karşılık olarak gösteriyorlardı. Münif Paşa, “İdare-i Mülkiye”yi önerdi. Daha sonra, Mehmed Mithat Efendi, “Fenn-i İdare” ve “İdare-i Umur” terimlerini kul­landı. Ahmed Hilmi Efendi, “İlm-i Tedbir-i Servet” terimini ileri sürdü. Ohannes Paşa, “İlm-i Servet-i Milel”, Mehmed Şerif Efendi, “İlm-i Emval-i Mil­liye”, Namık Kemal de, “Fenn-i Servet” terimleri­ni, Adam Smith’ e bağlı kalarak kullandılar. Ahmed Cevdet Paşa, Ekonomi Politik’i, “Esbâb-ı Servet ve Mamuriyet-i Umumiye ilmi” olarak tanımladı. Mit­hat Paşa, Ekonomi Politik terimini olduğu gibi kullandı. II. Abdülhamid döneminde, Ahmed Mithat Efendi, ‘Ekonomi Politik’i olduğu gibi kullanırken, Süleyman Sudi Efendi, Defter-i Muktesit’te ilk olarak “İktisad” kelimesini kullanıyordu. 1900’lerde, Mehmed Esad Efendi de, Mekteb-i Mülkiye’deki hocalığı sırasında, Fransız iktisadçı Paul Leroy BEAULİEU’nün “economique” (ekonomik) kelimesini Türkçeye “iktisad” olarak uyarlamıştı. Böylece, diğer yazarlar arasında bu terim aşağı yukarı son şekline, “İlm-i iktisad” ola­rak dönüşmeye başlamıştı. Cumhuriyet ile beraber de, “İktisad İlmi” halini almıştır.
Mustafa PİRİLLİ, “Mehmet Cavid Bey ve Me­sai-i İktisadiyede Hayalperverlik” adlı makalesinde, Mehmet Cavit Bey’in, Meşrutiyet dönemin­de çıkan üç düşünce akımından, İslâmcılık, Ulusçuluk ve Batıcılıktan, Batıcı akıma yakın olduğunu, Batı­cılar içinde de, Liberalizmi savunduğunu belirterek, 1901’de “İlm-i İktisad” adlı dört ciltlik bir kitap yayınladığını bildirmektedir. Orhan ÇAKMAK da, Mehmet Cavid Bey’in Ekonomi ile ilgili ilk yazılarını, “İlm-i Servet” adlı tefrikasıyla, II. Abdülhamid za­manında, Servet-i Fünun’da yayınlarken, sonradan Fransız iktisadçı Paul Leroy BEAULİEU ile bir diğer Fransız iktisadçı Charles GIDE’e dayanarak bir kitap yazdığını ve bu kitaba da “İlm-i İktisad” adını verdi­ğini kaydetmektedir. Buna göre, Osmanlı’da Ekono­mi kelimesine İktisad karşılığı verilen bir adlandırma­nın yapıldığı ilk kitap, bu kitap olmaktadır.

Görüldüğü gibi, İktisad Bilim Dalı’nın adı 1900’lerden sonra, önce İlm-i İktisad, sonraları sadece İktisad olarak yerleşmiştir. Bunu, Mehmet Cavid Bey’in şu sözleri de doğrulamaktadır: “Son zamanlara kadar li­sanımızda ‘servet ilmi’ olarak tercüme edilen ‘Economie Politique’ ifadesine karşılık olarak birkaç seneden beri ‘iktisad ilmi’ tabiri kullanılmaya başlanmıştır...”
Batılıların kullandığı “Ekonomi” teriminin karşılığı olarak “iktisad”ın kullanılması, buraya kadarki açıklamalardan anlaşılacağı üzere, doğru bir tercü­me olmamaktadır. Çünkü İktisad, “kasd”tan türetilen bir kelimedir. Arapça “kasd”ın anlamı, “Orta yolu tut­tu”, “Ortada oldu” ve “Adaletle aralarını buldu” de­mektir. “Orta yolu tuttu”nun anlamı da, “Sınırı aşmama” demek olan “İfrat” ile “Eksik kalma” anlamındaki “Tefrit”in ortasında davrandı demektir.

O halde, iktisad kelimesi bir davranışı belirlemek­tir. iktisad ile adlandırılan davranışı gösteren kimse­ye “muktesid” veya “mukteside” denilmektedir. Muktesid, Kur’ân’da iki yerde geçmektedir. Anlamları, “doğru yolda kalan” ve “Sonra bu kitabı, kulları­mızdan seçtiğimiz kimselere miras bırakmışızdır. On­lardan kimi kendine yazık eder. Kimi orta davranır. Kimi de Allah’ın izniyle iyiliklere koşar. İşte büyük lütuf budur.” Mukteside de bir yerde geçmektedir. Anla­mı, “orta yolu tutan” demektir. Muktesidin günü­müz Türkçesindeki karşılığı “Tutumlu” olmaktır.>>

(Mehmet Nuri Güler’in “GÜNÜMÜZDEKİ İKTİSAT (EKONOMİ) BİLİMİNİN ADLANDIRILMA PROBLEMATİĞİ” isimli makalesi)
Yazar, makalenin devamında ekonomiye iktisad demeyelim, arı Türkçe rüzgârlarının estiği dönemdeki karşılığı olan “tutumbilim” adını verelim demektedir. Kanaatimizce son derece itici ve tutmaz bir tabir. Oysa iktisad, ıstılahî olarak nisbeten yeni bir kelime olmasına rağmen kolaylıkla benimsenmiştir. Bunda kelimenin delalet ettiği orta yol ve tutumluluk mânâlarının büyük etkisi olsa gerek... Kelimelerle mânâların irtibatlandırılması yoluyla dilin gelişimine de güzel bir misal teşkil eden iktisadın istihdam süreci artık tamamlanmış ve tabir yerine oturmuştur.

İster ilm-i iktisad, ister ilm-i tedbir, isterse ekonomipolitik olsun, cemiyetlerde bu ilimlerle uğraşanların hedefi, ülkenin ferdlerden, yer altı ve yer üstü kaynaklardan müteşekkil zenginliklerinin azami hadler içinde kullanımı ile doğacak servetin adil dağılımıdır. Bu hedefe pratik faydalarından ötürü varmak isteyenlerin bu arzularındaki itici güç, ülkede ortaya çıkan gelirin dağılımındaki dengesizliklerin büyük karmaşa ve yıkıma yol açtığını tarihî ve şahsî tecrübelerinden bilmeleridir. Dengeli dağılım ve gelişimin olduğu memleketler mamur olurken, servetin birkaç kişinin elinde toplandığı ülkeler harabe haline gelmektedir. Ancak bu kesim mevzuya yanaşırken en önemli husus olan “ruhî amil”i ikinci plana atmakta ve olan biteni tamamen maddî sâiklerle izaha çalışmaktadırlar.

Diğer taraftan bu meseleye manevî/idealist bir gözle bakanlara göre ise, memleket servetinin adil bölüşümünün içtimaî dengeyi sağlamak gibi pratik bir faydası olduğu gibi, bu dengenin temini aynı zamanda insanî faziletin icabıdır. İnsanları yaratan Mutlak Varlık, onlardan bir kısmının diğerlerine zulmetmesi neticesini doğurması mukadder servet yığılmasını da hoş görmez. Yani, servet temerküzü hem pratik hem de manevî anlamda doğru değildir. Bütün bu ilmî çalışmaları yapanların, içinde bulundukları ülkenin o andaki durumuna dair bir tesbit yaptıktan sonra getirdikleri önerilerin hep gelir adaletini sağlama ve gelişmeyi temin minvalinde olduğunu görmekteyiz.

Denge, sadece Batı ekonomik anlayışının değil, tüm insanlığın esas problemidir. Tüm mahlûkat, dengeyi arar. Tabiat, Allah’ın kanunlarına “mutlak” bağlı olduğundan, dengesizlik barındıramaz. Bu açıdan bakıldığında aslolanın denge olduğunu, insanlar arasında da dengenin mutlaka bir şekilde kurulduğunu söyleyebiliriz. Mesele, bu dengenin doğru noktada kurulup kurulmadığında ya da hemen bozulmaya yatkın olup olmamasında… İnsanlar arasında dengenin cemiyet planında mihveri, iç içe geçmiş bir halde idarî ve iktisadîdir. Yine Mutlak Fikir’in gerekliliği meselesinin kapısını çalan bir bahistir bu…

Baran Dergisi 519. Sayı