Doğrusu bir buçuk senedir üstüne yazdığım, muhtelif cihetlerinden anlamaya ve anlatmaya çalıştığım bir mesele iktisad. Tanımlarını verdim, ana ve talî bileşenlerinin tahlillerini yaptım veya aktardım, nasıl bir mekanizma ile işlediğini sergilemeye gayret ettim vs.. Lakin bu süre sonunda şunu fark ettim: İktisad hakkında en çok şey bilmesi gereken konunun uzmanları, yani iktisadçılarımız, bir sürü anlaşılmaz teferruatın içinde öylesine boğulmuş ve bütün resme bakabilme kabiliyetlerini öylesine kaybetmişler ki sıradan bir insanın bile iktisad hakkında bildikleri karşısında dut yemiş bülbüle dönüyorlar. Derin fikir, dünya görüşü filan ise hak getire. Bunlar onlara göre son derece gereksiz şeyler. İdeolojilerin öldüğü, bu teknoloji ve pragmatizm çağında ne işe yarar ki bunlar? (Bu “işe yarama” bahsini ayrı bir başlık halinde ele almayı düşünüyorum.) Yanlış anlaşılmasın, iktisadçılar zırcahildir demiyorum; ancak İbda Mimarı’nın “faydalı olan bilinmeyince bilginin bir faydası dokunmuyor” tesbitinin ne kadar haklı olduğunu bu kesim üzerinden bir kere daha müşahede ediyorum. Şarlo’nun bir filmindeki işçiyi beslemek üzere yapılmış makine gibiler: Makine, işçinin ağzına vermesi gereken kaşığı sürekli onun üstüne döküyor ama sanki yedirmiş gibi sonra işçinin ağzını siliyor!

Bir kere şu “küresel ekonomi” veya “devletler üstü küresel ekonomi” tabirleri çok saçma. Dünya çapındaki ekonomik düzeni (veya akışı) ifade için kullansalar bir şey diyemem; fakat onların bu tabirlere atfettiği mânâ, kendine ait bir iç düzeni ve kuralları olan dünya çapında iktisadî bir düzen. Devletler arası iktisadî münasebetler tarih boyunca her zaman olmuştur ve olacaktır; peki ya bahsettikleri bu belli kuralları olan düzen? Zira iktisad her şeyden önce hukuku ya da hukuklaşmış bir ahlâkı, dolayısıyla üst bir siyasî otoriteyi, yani en iptidaî şekilde de olsa devleti ilzam eder. Dünya çapında sarih, başı sonu belli hukukî normlara sahip bir devlet bulunmuyor. Arkadan bilhassa ABD’yi “güdüleyen” (yöneten değil, güdüleyen veya –saat kurmak anlamında- kuran) bir üst aklın mevcudiyetini iddia ediyorum ancak bu devlet demek değil. BM vs. de değil. Hülasa tüm dünyayı bir hukuk şemsiyesi altında tutan, sarih, yöneteni, bürokrasisi olan açık bir devlet yok. Yani küresel ekonomi diye bahsedilen düzen, bir devletin zorlamasıyla bir araya getirilmiş devletler üzerinde inşa olunan ve o devleti bağlayan HUKUKU olmayan, güç ve hile üzerinden tanımlanmış bir mekanizmadır. O yüzden de “küresel ekonomi” yerine “küresel dayatma” daha doğru bir tabir olacaktır. Son 40 yıldır durum kesinlikle budur. İktisadçıların o çok sevdiği rakamlara bakınca, 1970’lerin ortalarından itibaren iktisadî genleşmede görülen “geometrik” köpürmenin ve dünya çapında bugün yıllık 1 katrilyon doları bulan ticari hareketliliğin de izahı budur.

Belki yüzyıl önce, yani altun para standardının hâkim olduğu devirde böylesi bir küresel ekonomik düzenden şimdiye nazaran daha çok bahsedilebilirdi, çünkü o zamanın dünyaya egemen devleti İngiltere’yi bile bağlayan bir tahdid vardı: Altun sınırlı miktardaydı. Bugün bu da kalmamıştır ve o açıdan iktisadî akış istikametini, ABD’yi yönetenlerin keyfi (veya tercihleri) belirlemektedir! Trajikomik bir hal ama maalesef bir hakikat. Trump’ın ABD başkanı olmasıyla bu hakikati peçeleyen maske de düşmüş oldu. Belki de iktisadçılarımız en çok inanmak istedikleri ve gönülden bağlı oldukları muhayyel düzenin maskesini indirdiği için kızıyorlar Trump’a; kendilerini acı hakikatle yüzleştirdiği için…

Sanırım yukarıda –onların sevdiği terminolojiyi kullanırsak- “ekonomistlerimizi” tavsifimiz bir miktar noksan oldu. Bırakın dünya görüşünü, fikri bir tarafa, kanaatimce onların zihin dünyaları problemli; temelde doğru-iyi-güzel kıstaslarından müteşekkil şuur süzgeçleri –muhtevaları ayrı konu, bu kıstasların mevcudiyeti zorunludur-, hem yanlış, hem de tek yanlı biçimlendirilmiş. “Batı tarzı düşünme” ve “Batılı kavramlarla gerçekliği algılama” biçiminde tanımlayabileceğimiz bir vaziyetin içindeler. Batılı olmaya zorlanan ama aslında Batılı tarafından da istenmeyen Doğulu bir toplumun ferdlerinin trajik yazgısını paylaşıyorlar. Batılı kavramlar ve düşünme tarzının mucidi kendileri olmadığından, bu düşünüş ve kavramsallaştırmanın teşkilinde bir dahilleri bulunmadığından, bilhassa bizim gibi memleketlerin iktisadçılarında hadise “bal kavanozunun dışından yalanması” şeklinde tezahür ediyor. Ayrıca bizim gibi “az gelişmiş” ülkelerdeki ahalinin zihin dünyası, Batılı düşünüş tarzı ile uyuşmadığından, ekonomistlerimiz iki arada bir derede kalıyor. Veterinerlik mektebinden mezun bir baytarın, sırf hayvanların metabolizmaları insanlara benziyor diye, doktorluk yapması kulağa çok saçma gelir ama dünyayı farklı bir biçimde algılayan iki kültür odağından/medeniyetten birinin zihin dünyasından neşet etmiş kavram ve tanımlarla diğerinin, hem de onun kendi mensupları tarafından izaha kalkılmasına kimse şaşırmaz. Tam bir garabet! Medeniyetlerin ayrı bir algı dünyası ve dili olduğunu, medeniyetin özünde bu demek olduğunu, âlemşümul olanın cesedi “insan” yapan ruhî cihet olduğunu anlamayanlara ne desen boş… Ferdde tecelli eden ve fıtrat da diyebileceğimiz bu en temel cihetin üzerine konulan her “bilgi taşı” artık bir medeniyetin enerjisiyle yüklenmiştir ve nötr değildir. Fıtrat alıcı bir kap gibidir, çevre ise onu dolduran çeşme. Her cemiyet bir kültür birimidir ve iktisad da dâhil cihetlerinin o kültürün tezahürü olması mukadderdir. Hülasa hiçbir cemiyetin indî tecrübesi diğerine birebir uymaz. Çoğu zaman da farklılıklar benzerliklerden fazladır ve arada uçurum vardır. İslâm’daki mezheblerin yayılımında bile bunun izleri görülür.

Bazı okurların medeniyetler arasındaki uçuruma varan farklılık iddiama, “o kadar da değildir” itirazını duyar gibiyim. Hâlbuki iki ayrı medeniyetin üzerine kurulu olduğu topografya bile farklıdır, nerede kaldı ki zihin dünyasının topografyası. Onun için İbda Mimarı, bir mütefekkirin dönüştürücü istihalesinden geçmemiş yabancı kavramların yerli yersiz kullanılmaması gerektiği ikazını yapmıştır. İnsanların hayatlarını idame etme (yeme-içme, barınma, giyinme, savunma, vs.) ihtiyaçları, ihtiyaç olmakla âlemşümuldür ancak bu temel ihtiyaçların medeniyetler içinde şekillenişi farklıdır. Bir de mevzu bu temel ihtiyaçların üzerine çıkaran ve onları bir yerde biçimlendiren, konfor diye adlandırabileceğimiz eğitim, sağlık gibi sahalara gelince, iş tamamen âlemşümul olmaktan çıkar. Dikkat edilirse, insanî davranış kalıplarının en yalın hali âlemşümuldür ve bu anlamda hiçbir davranış kalıbı âlemşümul değildir; bir medeniyetin damgasını taşımaktadır. Daha anlaşılır bir şekilde ifade etmek gerekirse, her bir insan mutlu olmak ister ve bu istek gerçekten âlemşümuldür; fakat mutluluk algısı ve tarifi kişiden kişiye değiştiğinden daha fazla cemiyetler arasında değişiklik gösterir. Mesela “ekonomi” kelimesinin bizdeki asıl karşılığı olan “ilmi tedbir” tabiri, bugün artık tamamen iki farklı zihin dünyasına işaret etmektedir. 

Her rejimin, üzerine kurulu olduğu memleketin kültürel vasatıyla irtibatının olması zaruridir. Yine her rejimin -mecburen siyasî bir otoriteyle kaim olduğundan iktisadın da- varlığı izah teşebbüsünde bir felsefeye müstenid olması gerekir. Tutarlı bir felsefî temellendirme teşebbüsü olmayan bir rejimin “inandırıcılık sorunu” yaşaması kaçınılmazdır. Asıl mesele de rejim belirli bir statüko oluşturduğunda başlar; yani ilk kurulduğu ve geliştiği safhalarda değil…

Acaba iktisadçılarımız faiz, kur, üretim, tüketim, rantiye gibi meselelerle uğraşmadan evvel içiçe daireler halindeki iktisad-rejim-dünya görüşü silsilesine ne zaman kafa yormaya başlayacaklar? 

Baran Dergisi 608. Sayı