Seneler evvel seyrettiğim ciklet reklamında, güya sokakta yapılan bir röportaj temsil ediliyor ve ağzında ciklet varmış gibi yapıp onu çiğneyen aktör şöyle sesleniyordu: 

“Kayboluyor! Bakın çiğniyorum, bu nereye gitti, bilmiyorum! Buradan yetkililere sesleniyoruz, kay-bol-mayan sakız istiyoruz!”

Ardından, başının üzerinde boksör başlığına benzeyen fakat çenesine bağlı olan tarafları iki yanından ileriye doğru uzayan, çene açılıp kapandığında sanki süspanse vazifesi gören bir aletle stüdyoda çenesini açıp kapayan hanımın yanına temsilen spiker olan bir oyuncu gelip, heyecanla şöyle diyordu:

“Hey! Size bu inanılmaz aleti tanıtmama izin verin! On günde sakız çiğneyeceksiniz! Vay canına! Çok pratik; her yerde kullanabilirsiniz!”

Sonrasında bir salon dolusu insana koçluk yapan başka bir aktör, ağızlarını düzenli bir şekilde açıp kapayan insanlara: “açıyoruz, kapıyoruz; cak, cık, cak cık” diyerek komut veriyor ve sakız kursuna gelenleri yönlendirerek güya sakız çiğnemeyi beceremeyen insanlara ders veriyordu… (Meraklısı için, bakınız: https://www.youtube.com/watch?v=EKrBHJcZ468)

Bir arkadaşıma hatırlattığımda hâlen unutmadığını gördüğüm bu reklam filmi, ana gayesi olan dikkat çekmek işini bilerek yahut bilmeyerek biraz abartmış ve hatta bugün hâlâ hatırlanabiliyor olması noktasından bakılırsa rekor bile kırmış olabilir. Fakat bana kalırsa (böyle bir gaye güdülmüş mü bilemeyiz?) asıl rekoru, o günün şartlarında zekâ geriliğine atfen ironik bir espriye dökmüş olmalarından yola çıkarak, başarılı bir reklam filmi yapmaktan ziyade bugünkü dünyanın ortalama toplum vasatına nazaran vaziyetin ne türlü olabileceğini tahmin etme kudretinde, ileri görüşlülükte kırmışlardır…

Evet, ilk görüşte bu türlü bir itham düşünen herhangi bir kafa için ağır gelecektir; fakat bunun hafif ve ağırlığını -mevzuumuza nazaran söyleyelim- ileri-geri meselesindeki kıstaslarınız belirleyecektir. 

İleri-geri meselesine, “o halde Sokrat bizden geri miydi kardeşim?” diyerek bir giriş yapılabilir ve gayet tutarlı da olabilirdi; bana kalırsa bu ve benzeri misaller çoğunlukla bilinen fakat malumatı mahiyetini dolduramayan, aradaki illiyetleri maalesef kapatıcı ve işi “yaa işte böyle” kıvamında başıboş tedâî hatırlatmalarına bırakıcı misallere dönüşmektedir. Şahsen, Proust’çu bir görüşe yahut bizden bir misalle Nasreddin Hoca Hazretleri’nin zaman anlayışına yani “gelecek geçmiştedir”e gönülden inansam da “nerede o eski ramazanlar” kıvamında artık kaçırdığı gençliğine açık açık yanamadığı için o zamana dair hususlardan nostaljik paylar çıkararak esasen o ramazanları yahut benzer şeyleri arıyorum zannıyla kaybettiği demleri –esasen burada da ortaya çıkan psikolojik vak’a, gerçekte aranan çocukluk ve gençlikteki safiyetimizdir-  anma ihtiyacını bu türlü güdenlerden değilim; bu sebebten, yani lezzetli bir çayın kıvamını tam da bulduğu “an”da dilimizde kullandığımız “dem” ifadesine meftun olduğumdan, dünya görüşümüze nazaran da “carpe diem” tarzımızdan yola çıkarak, ben, ileri-geri davasının ipuçlarını tam da bugünde, esasen kendisini en ileri zanneden “mekanik adam”ların makinedeki ilerlemeyi “ilerlemek” davasında kıstas kabul edip, bunun zaferini ilan etmesinde aramakta fayda görüyorum.

İşte, bu zafer iddiası dahî başlı başına bir ilericilik değil gerilik alametidir; çünkü makine terakkisinin “en ileri” sayılabilmesi için evvela bugün “Sanayi Devrimi”nin tamamına ermiş olarak nihayetinde insanlığın saadetten örülü bir dünya içerisinde sonsuzluğa meylede meylede akışını seyrediyor olmamız icab ederdi. Esprilerin esprisi “yanlışı müntehasında belli olur”a atfen baktığımızda, insanlık tarihinin genişliğine nisbetle zaman aralığı bakımından daha başın başında bile sayılamayacak bir makine davasının bugün dünyayı nasıl mahvettiğini hep beraber seyrediyoruz ki, kendisine hikmet nazarından atıflar bile gerektirmeyecek bir vuzuhluk içinde, felaketini başka felaketlerle kapamaya çalışacak kadar hamakat yüklü bir seyir halindedir…

Üstad Necip Fazıl’ın Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’na ithaf ettiği noktalamalardan birisi de şudur: BİLGİSAYARLAR: “Yüzelli sene var ki, bozuk bütün ayarlar / Eski yanlışları sayıyor şimdi bilgisayarlar!”

Alakasına binâen Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun Ölüm Odası B-Yedi alı eserindeki şu şerhi paylaşalım:

“Bilgisayar: Kendi kendine ne bilir, ne görür, ne idrak eder, ne zevk duyar, hâliyle bir hayvan ve insana mahsus bu şuurlardan hiçbir hissesi olmayan, icad olmak bakımından mânâda bir baltadan fazla bir şey olmayan ve kullanana göre faydalı ve zararlı olabilecek bir vasıta. Dolayısıyla, İlâhlaştırmakta da, dipte…”

Beşerin, bütün cehdini bırakıp, daha doğrusu bütün cehdini bir alete bırakıp, işi bilgisayarlara havale etmesi ve günümüzde hususiyetle ilerleme bahsinde bu mevzuun kıyamet senaryolarına dökülmüş olmasından yola çıkarak rahatlıkla söyleyebiliriz ki, bugün, -hepsi birer bilgisayar olan telefonları da unutmayalım- içinde yanlışları boyuna tekrar eden aletlere olan başıboş –ki işte burası mühim, gem’i elimizde değil- meftunluğumuz diptekini tercih vaziyetindedir. Şu esnada bir mesele; teknolojik aletlerin maksada götürmede becerdiği moda tabirle “inanılmaz” –ki dikkatinizi çekerim, günümüz insanının tabirleri bile inanmaya değil inanmamaya meyillidir- kolaylıklara nazaran asıl maksada bir türlü vardıramaması, onun beşer cehdinin dışında kendi başına mekanik olarak ilerlediğinin de ispatıdır. Basit bir misalle, süratle seyreden otomobil direksiyonunun boşa dönmesi gibi…

İşte, bu türlü bir ilerleme anlayışı, Sanayi Devrimi, yani makine davasının her şeyin önüne geçtiği bir dünya vaziyetinin ortaya çıkarttığı bir büyük buhran, iki koca dünya savaşı ve ardından bir türlü toparlanamayan ve gittikçe daralan, daraldıkça parçalanan, parçalandıkça bütünü kaybeden ve her bir parçası kendi başına bir alamet olsa da bir bütünden azade olarak insanlığın meselelerine değil, belli şahısların tekelindeki bir zekâ, politika ve iktisat manzarası doğurmuş, halen de doğurmaya devam etmektedir…

Bugünlerde ABD Başkanı Trump tarafından “ben oynamıyorum kardeşim, ne haliniz varsa görün” diyerek terk edilmeye yahut yeni bir ayar verilmeye çalışılan küreselleşme isimli tek tip bir dünya yaratma planı, hususiyetle 1980’lerden sonra bir anda zirve noktasına çıkıvermiş, İkinci Dünya Harbi’nden beridir yeni şartlara nazaran hazırlığı yapılan, esasında nereye gittiği hakkında hazırlayıcılarının da net bir fikrinin olmadığı, fakat çok ustaca fikirleri varmış gibi yapılıp ilahlık modunda satışı yapılan Yeni Dünya Düzeni modeli, 1999’un son gecesinde 2000’e girerken şaka gibi –ki hakikaten de mekr ifadesine nazaran söylersek tam da böyledir- bir hâl içinde kendi fişini, hâdiseleri ilâhî seyrine bırakıp sadece seyretmekle yetinerek çekivermiş, tersinden bir mucize halinde en büyük iman teslimiyetine benzer bir hâl içerisinde kendileri hakkında ne takdir edildiğini yaratıcıya havale etmekten başka bir tedbir gösteremeden en büyük teslimiyet içine girmemişler midir?

Neyden mi bahsediyorum? “2000 yılı problemi (Y2K problemi, milenyum hatası, Y2K hatası yahut da sadece Y2K diye de bilinir) diye ortaya çıkmış ve o günlerde bütün dünyayı sarmış bir krizin” nasıl atlatıldığından yahut altında kalındığından!

Hatırlatalım: “1 Ocak 2000 yılından sonra eski bilgisayar ve yazılımlarında görülen ve tarih ve zamanla ilgili işlemlerde hatalı sonuçlara yol açan bir yazılım hatası.”

Bizim teknolojik dünyaya intibakımız o senelerde ve hâlen gerçekleşmediğinden bizim için devlet ve bankalar çapında kısmen yaşadığımız fakat esas korkunun büyük devletlerin tümü tarafından sosyal taraflarıyla da iliklerine kadar hissedildiği mevzu… Sadece 1999’dan 2000’e girerken dijital bir “kıyamet” yaşamamak için dünya çapında harcanan para miktarı o günün parasıyla 1 trilyon dolar olmuştu; başta ABD, Japonya olmak üzere tüm dünyada erzak depolamaya kadar varan bir panik havasına girilmiş ve neticesinde iş, o saat gelindiğinde elini kolunu bağlayıp, ne olacağını beklemeye dayanmıştı. 2000’e girildiğinde ise beklenildiği gibi büyük bir felaket meydana gelmedi ve derin bir oh çekildi…

Fakat! İşte, tam da bu manzaranın bize gösterdiği şey, bütün bu makine dehasına mukabil büyük devletler başta olmak üzere herkesin tedbirini en ileri teknolojik aletler yerine bir bilinmez’e, gaibe havale etmiş olması hakikaten de ruhçuluğun zaferi adına ne büyük hüccettir. Cabası, ortaya çıkması muhtemel problemlerin boyutu hakkında hiç kimsenin bilgisi yoktu ve Y2K probleminin dünyada 500 milyar doların üzerinde bir zarara yol açacağı tahmin ediliyordu! Hakikaten de dünya çapında 500 milyar dolar bir zarar beklentisi için 1 trilyon dolarlık harcama yapılması da göstermiştir ki, makine davasının güdücüsü gibi gözükenler esasında makinenin güttüğü bir dizayn içinde savrulmakta, fakat işin mahiyetini anlamayanlara karşı kendilerinde büyük bir güç vehmettirerek, esasen sonunun nereye varacağını bilemedikleri akışı –biraz evvel de görüldüğü gibi- seyretmekten başka bir tedbirleri de bulunmamaktadır…

Eğer makine terakkisinde iş bütün hesapları yaptıktan sonra makinenin yüzde yüz neticeyi verecek kudreti olmadığını tayin etmeye kaldıysa, biz bu gibi durumları Türkçe'de direkt olarak “Allah’a emanet” diye niteliyoruz; bütün bu planları yapanlar, teknolojinin ileri derecede yer ettiği ve ruha dair her şeyi büsbütün gömmeye çalışıp, insanlığa ilahlık etmenin son haddi makineyi Allah’a havale etmekten başka bir çıkar yol bulamamış ise, bu mesele insanlık adına bir tarafıyla galiba trajik diğer tarafıyla da pek komiktir? 

Trajiktir! Çünkü benliğini keşfedip asıl varlığa yol bulmak için icat ettiği her şeyi kullana kullana sonunda nefsini ilah zannetme hatasına düşmüş, zaten en başta yani cennetten bir hata neticesinde gelenin sonunda hiç olmazsa hata noktasından “ilk hata”yı tersinden de olsa yakalıyor olması hakikaten trajiktir! 

Komiktir; çünkü Mekkeli müşriklerin seyahat esnasında yanında bulundurdukları helvalardan evvela put yapıp tapmaları, sonrasında karınları acıktığında bu putları yemeleri gibi, bütün makine terakkisine mukabil bir gece yarısı oturup kendi eliyle yoğurduğu ve tapmayı adet edindiği makine putundan ümidi kesip işi gaibe atfetmeleri acı da olsa gülümsetmektedir.

İşte, bütün büyük icat ve keşiflere mukabil makine davasının Şarlo’nun yüzyıl evvel bugün varacağı noktayı işaret ettiği, “sakız çiğnemek zor iş” dersinin aptal bir talebesi kıvamına dönüştüğü yer de burasıdır; ruha bağlı bir keyfiyeti, aklı, ruhtan koparıp son haddine kadar gerenler, onun asıl dayanak noktasından bağımsız hareket ettirildiğinde kopmaktan ve absürd-saçma, yani bir tarafıyla trajik diğer tarafıyla komik  görülmekten başka seçeneği olmadığını anlayamamışlardır. Batı adına tümden haksızlık da etmeyelim; Boutrox, Bergson, Haydeger, Fromm gibi bazı Batılı filozoflarca bu hâl hem ikâz, hem de itiraf edilmiştir...

Neticede bu makine davası esasen ileri-geri meselesinin tamamen izafi olduğunu göstermiş, sadece işin planlayıcılarını değil, dünyayı laboratuar sahası olarak gördüklerinden ötürü denekleri olan bütün toplumları da “sakız çiğnemek zor iş” dersine tabi tutmuş ve halen de tutmaktadır. Üstad Necip Fazıl’ın dediği gibi “bu makine gide gide hiçbir beşeri cehde” yer bırakmayacak mıdır? Ruh intikamını mı almaktadır?


Baran Dergisi 612. Sayı